Anasayfa Dünyadan Saklı Hikâyeler Pankartlardan Bayraklara: Yaşanabilir Dünyayı Birlikte İnşa Etmek

Pankartlardan Bayraklara: Yaşanabilir Dünyayı Birlikte İnşa Etmek

, admin

SEDA BELKIS – İstanbul

İlhamını “kompostlaşma” sürecinden alan 17. İstanbul Bienali bu sene tek bir temaya sahip değildi. Nasıl ki kompost, kısaca, bitkisel ve hayvansal atıkların çürütülmesiyle veya öğütülmesiyle elde edilen, toprağın zenginleştirilmesine ve verimli olmasına katkı sağlayan, bu sebeple “siyah altın” diye isimlendirilen bir araçsa, Bienal de bu yönüyle, 17. yılında farklı coğrafyalardan farklı kültürleri ve konuları bir araya getirerek sanatın aracı oldu. 

Bienal küratörleri Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David Teh izleyicilerin anlık olarak eserlere bakıp anlamalarını ve böylece eserin yarattığı duygu ve düşüncelerin orada sınırlı kalmasını istemediler. Sanatın bu kompostlaşma süreciyle izleyicinin, çoklu diyalog kanallarına dahil olarak değişik tartışma alanları da yaratması amaçlandı. Böylece seyircilerin oluşan duygu ve düşüncelerinin devam etmesini istediler. Bienal’e katılan pek çok proje Bienal’den önce başlamıştı ve Bienal bittikten sonra da devam ediyor. Özlenen toplumsal ve fiziksel bağları yeniden hatırlatmak, hayali kurulan ortamı yeniden kazanmak, kıyılarda kalmış olanı ortaya çıkarmak temel amaçlardan. 

Bread and Puppet kopan toplumsal bağlara işaret ediyor

Bienal’in konuklarından Bread and Puppet 1963 yılında, New York’ta Elka ve Peter Schumann tarafından kurulan kâr amacı gütmeyen protest kukla ve tiyatro kumpanyası. Türkçe karşılığı “Ekmek ve Kukla” olan bu topluluk, performanslarında siyasi içeriklerden savaş karşıtı protestolara, toplumsal ve çevresel sorunlara kadar birçok soruna değiniyor ve izleyicilerde farkındalık oluşturarak harekete geçmelerini hedefliyor. Kumpanya, isminden de anlaşıldığı üzere dev kuklalar, pankartlar ve afişler hazırlıyor; bunları atık malzemelerle (eski gazete, mukavva vs.) hayata geçiriyor. 

Bread and Puppet kumpanyasından John Bell’in, İstanbul’a gelmeden önce İlker Hepkaner’e yaptığı değerlendirme, Sanat Dünyamız dergisinin 190. sayısında yayımlanmıştı. Burada Bell, şehrin farklı noktalarında yapacakları performanslara katılmak isteyenlere yönelik davetini yinelemiş ve 65 gönüllü bu çalışmaya katılmıştı. Kumpanya, Bilgi Üniversitesi kampüsünden topladığı atıklarla pankart, afiş gibi malzemeler yaptı. Üç hafta boyunca gösteri için çalıştı. Performanslarını Müze Gazhane, Santral İstanbul ve Küçükçekmece Gölbaşı’nda sergiledi. Otellerin ve hastanelerin bağışladığı, Covid-19 salgınında kullanılan çarşafların üzerine resmettikleri eserler, hem gösterilerinde kullanıldı hem de Barın Han’da sergilendi. 

Ekmek, Peter Schumann için ayrı bir öneme sahipti. John Bell, Hepkaner’e Peter Schumann’ın annesinin fırıncı olduğunu hatırlatıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda, diğer mültecilerle ekmek yapmaları onların hayatta kalmalarında büyük rol oynamıştı. Ekmek gibi her gün çıkan, her gün yenilen, herkes için önemli olan bir şeyin elden ele dolaştıkça paylaşıldığını ve böylece zenginleştiğini, açlık ve tokluk arasındaki farkın önemini, izleyicilere performansları sonunda ekmek dağıtarak gösteriyorlar. Kısacası Bread and Puppet, ne yediğimizi de bir metafor olarak kullanıyor, kötü yönetimlerin insanları neler “yemek”, nasıl yaşamak zorunda bıraktıklarını anlatıyor. Toplumlar baskıcı otoritelerle huzursuz, güvensiz, kutuplaştırılmış sistemlerin içine hapsediliyor ve en nihayetinde insan ruhu çürütülüyor. Bu bize iki seçenek bırakıyor: Birlikte yukarıya tekrar çıkmak için çürüyen halimizden ya kompost yapacağız, toprak gibi “toplum” da zenginleşecek, ya da sonsuza kadar kıraç kalacağız. Bu da “yok olma” durumunu beraberinde getirecek. Bu performansta kötücül ortamlara maruz bırakılan insanların sesleri pankartların altında yükseliyor. Kendilerinin, bitkilerin, hayvanların, diğer varlıkların haklarını, kimisi sokaklarda gösterilerle kimisi de sanatla arıyor. Farkında olmayana başka bir dünyanın mümkün olduğunu, olmak zorunda olduğunu gösteriyor. Aslında herkesin arzusu aynı. Sürdürülebilir bir çevre, özgür, adaletli, güvenli bir hayat, kısacası “yaşanabilir bir dünya”.

Bayrak: Sıradan bir kumaş parçasının kutsal değerlere dönüşümü

17. İstanbul Bienali kapsamında Arahmaiani’nin Bayrak Projesi ise Müze Gazhane’de sergilendi. Endonezyalı görsel sanatçı, performans sanatçısı, çevreci-eylemci, şair ve yazar Arahmaiani, kendisini yaptığı bayraklarla ifade ediyor. Sorunlara ayrıştırarak değil daha bütünsel yaklaşımı benimsiyor. Sadece siyasi ya da ekolojik problemleri değil, çevresel, kültürel, politik, sosyal olayları ve durumları disiplinler arası yaklaşımla inceliyor ve bu arayışında özel ürettiği bayrakları kullanıyor. 

Bayraklar insanların bir gruba ait olma hissi ve bazı değerleri somutlaştırma aracı olarak tanımlanabilir. Toplulukların ihtiyaçlarına ve arzularına ve hatta yaşanmışlıklarına göre kumaş renkleri belirlenip, üzerine ise renkli şekiller veya yazılar işlenir. Bu işlenme sonucunda herhangi bir yerde görebileceğimiz kumaş parçasına anlam yüklenir. Bu anlam o kumaşı çok değerli, kutsal bir mertebeye yükseltir. Arahmaiani’nin bayrakları da özlenen, istenen, dahası canlı ve cansız varlıkların hakkı olan değerleri içeriyor. Dünyanın dört bir yanında gerçekleşen her performansta, topluluklar için önemli olan sorunlar dünya meseleleriyle birleşiyor. Renkli, parlak kumaşlar üzerine, bu topluluklar için önemli olan anahtar kelimeler kendi dillerinde yine renkli ve parlak kumaşlardan oluşturularak dikiliyor ve bütün bu bayraklar birlikte hareketin önemine dikkat çekiyor.

Grup aidiyetleri Arahmaiani’nin projesiyle yerini bütün insanlığa bırakıyor. Çünkü projesinde, siyasi ve yerel sorunların yanı sıra çevresel sorunları da odağına alıyor. Ona göre, insanlar toplumsal meseleleri düzeltirken dünyanın meseleleriyle de ilgilenmeli. Arahmaiani, ekoloji hızla bozulurken, küresel ısınma etkilerini gün geçtikçe artırırken tek bir probleme değil tümüne birden odaklanarak bütüncül bir yaklaşımın gerekliliğini gösteriyor. Böylece onun “insan grubu” dünyadaki insanların tümünden oluşuyor. Böylece yaşanabilir dünyayı birlikte kurabileceğimiz ortaya çıkıyor. 

Arahmaiani’nin bayraklarında seçilen kumaş renkleri, üzerine yazılan kelimelerin renkleri anlamlarına göre farklılık gösterir. Örneğin kırmızı üzerine yeşil renkle sevgi kelimesi işlenmiştir bir örnekte: Kırmızı insanın çektiği acıyı, yıkımları, mücadeleyi, gücü ifade etse de üzerine yeşil renkle dikilmiş olan sevgi kelimesi huzuru, acıdan sonra hâlâ umudun var olabileceğini temsil ediyor. Mavi kumaş üzerine siyah ile mücadele kelimesinin nakşedilmesi ise bu renkli kumaş parçasını yine yeni anlamlara kavuşturuyor: Mavi özgürlüğün rengiyken, siyah düşmanı ve kararlılığı işaret ediyor. Düşman karşısında kararlı duruş, yerini özgürlüğe bırakıyor. Doğa düşmanı, insan düşmanı, mutluluk düşmanı gibi düşmanlara karşı mücadelenin önemini, ancak ve ancak mücadeleyle istenilen hayata ulaşılabileceğini hissettiriyor. 

Son söz: Sanat ve sanatın canlı yapısı

Bienal’in en dikkat çekici tarafı projelerin önceden başlamış, Bienal bittikten sonra da devam edecek olması. Sanatın ve sanat yapıtlarının nasıl da canlı, zamanın içinde dokunduğu şeyleri etkileyip dönüştürdüğünü görüyoruz. Bu yönüyle, İran’da son zamanlarda ortaya çıkan kadın saçından yapılan bayrağı hatırlatıyor.

İran’da Masha Amini adında, 22 yaşındaki kadın, saçları gözüküyor diye önce gözaltına alındı, ardından gözaltında öldürüldü. Ölümü İranlı kadınları sokaklara çıkardı. Saçlarını keserek farkındalık yaratan kadınlar protestolarıyla da sokaklarda özgürlük mücadelesi veriyor. Aralarında çocukların da bulunduğu 50’den fazla kişi protestolarda öldürüldü. 

Bütün bu olayların ortasında bir bayrak yükseldi. Belçikalı sanatçı Edith Dekynth’nin 2014 yılında kadın saçından yaptığı Ombre Indigene (Yerli Gölge) bayrağı İranlı kadınların özgürlük mücadelelerinin sembolü oldu.

Edith Dekynth, aslında bu eserini 8 Nisan 1830’da Martinik’in Diamant sahilinde karaya vuran, içinde yüz Afrikalı kölenin bulunduğu gemide yaşanan facianın anısına, 2014 yılında sahilden topladığı saçlarla yapmıştı. 

Bu trajediden tam 184 yıl sonra bir sanatçı ölenleri anmak için bir eser üretti. Bundan altı yıl sonra ise başka bir coğrafyada, başka bir kültürde, başka bir toplulukta aynı eser yine özgürlük hakkının sembolü oldu. Bienal’in bu edisyonu da yer alan eserler, performanslar ve ziyaretçilere yaşatılan deneyimlerle, sanatın ve sanat eserlerinin zihinler ve duygular arasında, insandan insana, zamandan bağımsız şekilde “yolculuk” yaptığını bir kez daha gösterdi.

0 yorum
9

Yorum Yapın