TEZCAN DURNA [1]
“Cellatlar ve hükümlüler aktörler gibi hareket ederler. Kamusal alan bir sahnedir. Egemen iktidar teatral görünürlük aracılığıyla etki eder. O görülen, bilinen, övünen ve yayılan bir iktidardır. Ancak serpilebilmesi için bu iktidara tabi olanların, büyük ölçüde görünmez kılınması gerekir…”
Byung Chul Han-Enfokrasi
“Bütün muhafazakâr popülistlerin özgür ve bağımsız medya kuruluşlarına düşmanlığı, özgür ve özerk halleriyle bu kuruluşların onların politik ikballerine tehdit oluşturmasından kaynaklanır. Sizin sözcüsü olduğunuzu iddia ettiğiniz halk, sözcüye ihtiyaç kalmadan kendi sözünü söyleyebilir hale geldiğinde hangi popülistin bir cazibesi kalır dersiniz?”
Uzun zamandan beri Millet İttifakı’nın adayının belirlenme düğümü, önce krizle sonuçlanır gibi olup sonrasında bu kriz bir nevi fırsata çevrilerek çözüldü. Krizin temel kaynağı başından beri “kazanacak aday” safsatasıydı. En sonda söylenecek sözü başta söyleyelim, kazanacak aday söylemi bir boş gösterendir; modern parlamenter seçimli demokrasinin içine düştüğü krizin düğümlendiği ve en belirgin semptomu da popülizm olan bir boş gösterendir. Bu boş gösteren, Türkiye gibi geç modernleşmiş ve demokrasi mücadelesinde belki de yeterince bedel ödememiş bir ülkede, kuşkusuz içi tamamen boşaltılmış kof bir devletçilik ile milliyetçiliğin simgeleriyle tıka basa doldurularak krizin derinleşmesine yol açıyor. Kuşkusuz bu kriz sadece Türkiye’nin değil dünyanın krizi. Uzun zamandır bu krizin semptomlarını derinden hissediyoruz ve kriz eğer en kısa zamanda çözülmezse derinleşerek kangren olma ve içi boşaltılarak bir balona dönüşmüş devletin ya kendini ya da bileşenlerini yok etmesiyle sonuçlanacak gibi görünüyor.
Bazıları için yetkisiz bazıları için sınırsız yetkiyle donatılmış devlet
Günümüzde devletin, modern bürokrasinin, siyasetin, hukuki normların, toplumsal değerlerin neredeyse anlamsız hale gelmesi şeklindeki semptomlarla yaygınlaşan popülizmin aslında halkın talepleriyle alakası olmadığını ve yurttaşı farazi ve zahiri bir memnuniyetle sıradan bir müşteriye dönüştürerek demokrasiyi nasıl alaşağı ettiğini iyi anlamak gerekiyor. Neoliberalizmin başından beri öne sürdüğü devletin ekonomi ve siyaset alanındaki etkisinin sınırlandırılması gerekliliği savı, popülizmin yurttaşı müşteriye dönüştüren mantığı ile esaslı şekilde örtüşüyor. Ne var ki, böyle bir sistem içinde devlet bazıları için yetkisizleşip etkisizleşirken, bazıları için sınırsız yetkilerle donatılarak halkın üstüne salınıyor. Bu açıdan baktığımız zaman, demokrasi ile devlet arasındaki aşılmaz çelişkiye dikkat çekmek yerinde olacaktır. Hele de Türkiye sağının temel mottosu olan “devlet-i ebet müddet” sözüne sarılarak fetişleştirmesinin demokrasi havarisi kesilen bazı sağ siyasetçilerin savlarını nasıl boşa çıkardığını ortaya koymak gerekiyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun uzun süre bu sağ siyasetçiler nezdinde “seçilecek aday” olarak görülmemesinin temelinde devletle demokrasi arasındaki bu aşılmaz çelişkiye kör olmak yatıyor.
Aslında karşımızdaki kriz yeni değil, modern devletin bir yandan burjuva demokrasisiyle kendini meşrulaştırmaya çabalarken diğer yandan aslına rücu etmesi paradoksuyla modern toplumları çaresizlik içine düşürdüğü bazı tarihsel uğraklarda derinleşerek daha da açık ediyor. Bunu Miguel Abensour, bildiğimiz anlamdaki modern devlet ile demokrasinin bir aradalığının olanaksızlığını iddia ederek açıklamaya çalışır. Abensour, demokrasi ile devletin bir aradalığının olanaksızlığını Marx’ın modern devlete yaptığı şu eleştiriye dayandırır:[2] Felsefi düzeyde devlet, dini yabancılaşmayı dünyevi şekliyle yeniden üretmiştir. Bir anlamda din eleştirisinden boş kalan alana –theos (tanrı) alanına- oturan modern devlet, bir çeşit devlet kültü gelişmesine yol açmıştır. Ortaya çıkan bu aşkın devlet kültü, içinden çıktığı topluma dışsallaşmış, aşkınlaşmış, özü itibariyle politik olan halkın politik devinimini kısıtlayan bir unsur haline gelmiştir.[3] Oysa gerçek etkinlik kaynağı halktır; devlet halkın dışında ve aşkın bir varlık değil, tıpkı halkı oluşturan bireyler gibi, politik bir öznedir. Bu özne, halkın dışında ve ona yabancılaşmış bir şekilde ortaya çıkmaz. Bilakis kendini oluşturan bireylerin farklılıklarının birliğinde değil, birlik içindeki farklılıkların üretkenliğinde varlık bulur. Bireyler ve çoğulluklar, devlet denen aşkın varlığın bünyesinde eriyip bir birlik oluşturmazlar, her birey gibi devlet de kendi içinde bir politik özne olarak ortaya çıkar.
Asıl politik olan halka içkindir
Devletin politik toplumun dışında ve aşkın bir konuma yerleşmesi demek, devletin genellikle politik olanı askıya alıp/iptal edip mutlaklaşma eğilimi taşıdığının göstergesi olarak karşımıza çıkar. Bu da devletin politik toplumun diğer politik unsurlarıyla beraber bir parçası olduğu gerçeğinden uzaklaşarak, kendini “bütün” ilan etmesi durumunda kendini gösterir. Burada devlet ve demokrasi arasındaki aşılmaz çelişkiyle karşı karşıya kalırız. Abensour, devletin politik alanın yegâne ve nihai kurucusu olduğu “gerçeğine” itiraz ederek, asıl politik olanın halka içkin olduğunun altını çizer. Tam da bu nedenle politik etkinliğin devamı ve gelişimi için devletin eğer ortadan kaldırılamıyorsa bile, aşkın varlığının ve bu aşkın varlığın sebebiyet verdiği tek tipleşmenin ve tahakkümün sınırlandırılması gerekir. Bu sınırlandırma için halkın içkin politik tözünden kaynağını alan etkin katılımı gerekir. Zira bu katılım, devletin kendini giderek kendi özerkliği içinde sabitleştirip “bütün” olarak görme eğilimini sınırlayacak yegâne yol olarak karşımıza çıkar.[4] Devletin bu kendini sabitleme eğilimi toplumun ya da halkın politik etkinliği için asli tehlikeyi oluşturur. Bu tehlike, demokrasi ile devlet arasındaki gerilimin kaynağı olarak da görülmelidir. Eğer gerçek demokrasi devletin yok olmasını hedefliyorsa ya da devlete karşı mücadele ediyorsa, bunun tam aksine devlet büyüdükçe demokrasi yok olma noktasına gelecek kadar küçülecektir. Bunun sonucu olarak devlet biçimi, bütün toplumsal alanı istila eder; halk yaşamının yerine geçerek bütünleyici ve örgütleyici bir biçim halini alır. Bunun aksine demokrasi hakikatine yaklaştıkça devlet o kadar küçülür ki bir yok olma sürecine girer; başka bir deyişle “bütün” için geçerli olduğunu iddia eden “parça” olmaktan çıkar. Böylece Abensour, demokrasi ile devletin arasındaki gerilimi, halkın içkin politikliğinden, devletin ise bu politik devinimi sınırlayıp biçimlendirme eğiliminden çıkarsamaktadır. Zira “devlet biçimi kendini beğenmişlik yüzünden öz kaynağını unutacak, halkın yaşamına düşman kesilerek kendi bakış açısına uymayan her türlü tezahürü ezmek isteyecek kadar özerkleşir, kendine özgü bir mantık geliştirir.”[5]
Halkın politikliği asıl olarak etkin “yaşama katılımı” demektir
Aslında Abensour’a göre modern politik devletin içsel ufkunu oluşturan ve eş zamanlı olarak da görelileştiren demos’un çoğul, kitlesel, çok şekilli yaşamıdır. Devletin kendini bu çoğulluk karşısında yerleştirdiği nokta, onun sabitlendiği aşkınlaştığı ve politikayı da iptal ettiği nokta olarak karşımıza çıkar. Devlet tam bu noktada halkın devingen yapısını kendi statik ufkuna yerleştirme kaygısı içine girer. Ancak halk her zaman özü gereği devingen ve tam da bu nedenle aşkın bir varlığa direnme potansiyeli taşıyan politik bir özne olduğu için devlet dışındaki politize halini her zaman korur. Burada halka özgü olan şeyi aslında tam olarak politika olarak da değerlendirmek şart değildir. Bunu bir anlamda vita activa’ya(etkin yaşama) katılma olarak da düşünmek mümkündür. Zira halkın gündemi, tam da yaşamın devinimi nedeniyle sürekli bir etkinliğin merkezinde kurulur. Örneğin devlet içinde büyüyen ve gelişen bürokratik dünya görüşü Marx’a göre, kendi dışında kalan her unsuru edilgen bilir. Daha açıkçası, “bürokrasinin aşırı büyümesinin zorunlu etkilerinden biri, bürokratların gözünün toplumda kendiliğinden oluşan herhangi bir etkinliğe kapalı olmasıdır.”[6] Bu gözü kapalılık, devlet dışında bir politik alanın var olabileceği tahayyülünü de sınırlamaktadır.
Devletin varlığının halkın her türlü çıkarı için nasıl zararlı bir unsur haline geldiğini, hatta toplumun selameti açısından en büyük tehdit haline gelebileceğini son yıllarda yaşadığımız bütün felaketlerdeki ataletinden de anlamamız mümkündür. Türkiye toplumunun üzerine boca edilen neoliberal heyula ile birlikte, bir yandan bu coğrafyanın tarihine kayıtlı olan “kadim devletin” içi boşaltılmış, diğer yandan da içi boşaltılmış devlet garip bir şişinmeyle güçlendirilip işlevsizleştirilerek halkın üzerine göçürülmüştür. Halka uzaklaşmış, halkın gündeminden tamamen kopuk, halka aşkın konuma yerleşmiş, üstüne üstlük hiçbir şekilde halkın ihtiyaçlarını karşılamayan bu devlet, bir anlamda aile fertlerinin hepsini çalıştırıp onların emeğinin üstüne çöken parazit bir aile reisine dönüşmüştür. Bu konfora alışmış bir devlet ve devlet erkânından demokrasi beklemek beyhudedir.
Bu durumda devlet, halka dışsallaştığı, aşkınlaştığı oranda halkı politik aktiviteden uzaklaştırma ve tüm politik ve toplumsal alanı işgal ederek, halkın devinimli yaşamını homojenleştirme eğilimi içine girecektir. Buna karşılık halk devlet karşısında her zaman halk olmayı isteyecektir. Bu istek, aynı zamanda devlete karşı demokrasiyi savunarak ortaya çıkabilecektir. Halk devletin şekillendirmesine, tahakkümüne ve tepeden bakışına ne kadar direnebilirse o kadar halk olarak kalacaktır. Zira halk asıl egemen gücün devlet değil kendisi olduğunun her zaman farkındadır. Devlet karşısındaki halkın büyüklüğü, bizzat varoluşundan kaynaklanmaktadır. Tüm politik toplumların varoluşu halkın etkinliği ve enerjisidir[7]. Devlet bu enerjiyi kendi statik biçimi içine hapsetmeye çalıştığı sürece, ne politikadan ne de demokrasiden söz etmek mümkün hale gelir. Aslında halkı yapan/yaratan devlet değil, devleti kuran halktır. Buradaki yer değiştirmenin kaynağını, tamamen devletin kendini halka dışsallaştırma eğiliminde görmek gerekir.
Popülizmin panzehri nedir?
Bu koşullar altında popülizmin panzehri nedir? Kemal Kılıçdaroğlu’nun “seçilecek aday mertebesine” nihayet olabildiğince geniş bir politik ve toplumsal mutabakatla erişmesi belki bu panzehrin ilk adımı olabilir. Aslında yanıt “panzehir” kavramının içindedir. Bir zehrin etkisi ancak başka bir zehirle ortadan kaldırılabilir, ya da o zehre benzer bir zehirle. Bu nedenle politik mobilizasyon açısından popülizm, ama sadece devlete bel bağlamayan, halkın politik gücüne inanan bir popülizm tek adamın tasallutuna aracılık etmekten başka işlevi kalmamış olan devletten halkı kurtarabilir. Bunun için ilk adım mevcut devlet mantığının sınırlarını aşmayı engelleyen “seçilecek aday” savından kurtularak atılmıştır. Devamında gelecek adım, olabildiğince geniş ve çeşitli halk kitlelerini popüler talepler etrafında kenetleyerek, devleti olması gereken tikel unsurlardan birisi olarak konumlanan yerine yerleştirmek için mücadele etmek olacaktır. Yıllardan beri bir yandan devleti fetişleştirirken, diğer yandan devleti sermayenin sıradan ve acımasız bir jandarması olarak halkın karşısına konumlandırmak, paradoksal bir açmaza sürüklemiştir sağ siyaseti. Bu sağ siyaset, belki de devlete yüklediği bu açmazlarla dolu anlamlandırmayı, devletin AKP iktidarı döneminde kriminalleşen dar bir oligarşik grubun basit bir sopası haline gelmesiyle aşma fırsatı yakalamıştır. Devlet bu derece halka dışsallaşır ve aşkınlaşırsa, her zaman birilerinin elinde cürüm işleyenlerin cürmünü kapatan, ama işe geldiği zaman da tabulaştırılıp kutsallaştırılan basit bir aygıta dönüşür.
Muhafazakâr popülist hareketler yurttaşı müşteriye dönüştürmüştür
Son olarak bugün, muhafazakâr popülist hareketlerin yükselişiyle uzun zamandır kitleleri yurttaş değil de eğlence satın alan birer müşteri olarak konumlandıran ticari yayıncılık mantığı arasındaki derin ilişkiye dikkatleri daha güçlü şekilde çekmek de gerekiyor. Siyasal söylem ve ideolojilerdeki yurttaşlık vurgusunun müşteri odağına yerleştirilmesinde ticari medyanın “müşteri memnuniyeti” algısının büyük etkisi olmuştur. Bu algı, en başta modern demokrasinin dayandığı temsil ilişkisini ortadan kaldırmıştır. Temsilin dayandığı halkın demokratik taleplerinin yerine getirilmesine dair yükümlülüğü temsilcisine yüklediği mekanizma, tamamen ticari bir “al-ver” ilişkisine indirgendiği için, liderin halkla kurduğu ilişki de boyut değiştirmiştir. Bu değişimi takip eden süreçte, siyasetçi ya da lider, demokratik temsil mekanizmalarını hukuki yolla işletmek yerine, halkla dolayımsız bir ilişki içinde olduğu vehmini, halka atfettiği taleplere yaslanarak meşrulaştırmış ve yaygın ve kabul gören bir retorik haline dönüştürmüştür. Bu ilişkinin elbette hukuki ve normatif boyutu bir yana bırakılmış, tamamen duygulara dayalı ve kendiliğinden bir hal almıştır. Liderle halk arasındaki kurulan bu kendiliğinden ilişki doğal bir süreç olmak yerine, hukukun ihlali ve normların askıya alınmasıyla mümkün olmuştur. Hukukun ihlali ve normların askıya alınması, halkla kurulan dolaysız ilişkiye dayansa da, popülistin yaslandığını iddia ettiği halk, bir kurgu varlıktır aslında.[8] İşte bu popülistin retoriğinde “kurgu”dan ibaret olan, ama “vita activa”ya (etkin yaşama) katılımıyla kanlı canlı bir politik özne olan halkın nihayet kendi sözünü dolaysız şekilde söyleyebileceği iletişim mecralarının açılmasını sağlamak da, demokrasinin can düşmanı haline gelmiş olan muhafazakâr popülist hareketlerin panzehri olacaktır. Bütün muhafazakâr popülistlerin özgür ve bağımsız medya kuruluşlarına düşmanlığı, özgür ve özerk halleriyle bu kuruluşların onların politik ikballerine tehdit oluşturmasından kaynaklanır. Sizin sözcüsü olduğunuzu iddia ettiğiniz halk, sözcüye ihtiyaç kalmadan kendi sözünü söyleyebilir hale geldiğinde hangi popülistin bir cazibesi kalır dersiniz?
[1] um:ag Genel Yayın Yönetmeni, Serbest akademisyen
[2] Abensour, M., (2002), Devlete Karşı Toplum, Marx ve Makyavel Momenti, (Çev.) Zeynep Gambetti ve Nami Başer, Ankara, Epos Yayınları, s. 145.
[3] Marx, K., (1997), Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, (Çev.) Kenan Somer, Ankara, Sol Yayınları, s. 68.
[4] A.g.e., s. 146.
[5] A.g.e. s. 145-146.
[6] Marx, a.g.e., b. 79
[7] Abensour, a.g.e., s. 101.
[8] Müller, Jan-Werner (2017), Popülizm Nedir?, (Çev. Onur Yıldız), İstanbul: İletişim Yayınları.