Anasayfa Editörün Seçtikleri Bakırköy’den Bir Mezatın Öyküsü

Bakırköy’den Bir Mezatın Öyküsü

, admin

PINAR ERCAN – İstanbul

Evinizin köşesinde unutulmuş bir ayna, tozlarla kaplı bir vazo, kimilerimizin sevincine ve üzüntüsüne ortak olan radyo, boynu bükük kalmış bir telefon… Üzerinde tarih kokan bu eşyaları toplayanlar, onların belki de çöpte sona erecek hikâyelerine yeni birer hayat veriyor. Bitpazarındaki mezat, sadece ticari kaygılarla eşyaları satmıyor, kimi zaman çocukluğumuzu, kimi zamansa eşyaların verdiği hüznün öyküsünü satıyor bizlere. 

Bakırköy’de bir iş merkezinin derinlerinden bir mezatın öyküsüyle karşınızdayız. Belki henüz zaman yolculuğu fiziksel olarak mümkün değil, ama burada karşınıza çıkan eşyaların öyküleri sizi alıp tarihin tozlu raflarına götürüyor. Akıp giden tek şeyin aslında zaman olmadığını, acılarınız, mutluluklarınız, hüzünlerinizin de bu eşyalarla birlikte günümüze taşındığını çok iyi gösteriyor bu mezat. Burada satılan her eşyanın bir duygusu ve hikâyesi var. Çoğu insan belki de en son çocukken gördüğü eşyalarla karşılaşmanın heyecanını yaşıyor. İş merkezinin merdivenleri adım adım sizi bir yolculuğa çıkarıyor. Sağdan ve sol taraftan müze görünümü veren dükkânlar, hikâyelerini dinlemeniz için sizi selamlıyor.

Konuşmamak üzerine konuşmaya başladığımız Ümit Bey, pikapların arasından gülümsüyor. Saçı sakalı bembeyaz, kahverengi deri ceketi, krem rengi gömleğiyle plaklarını ve kasetlerini titizlikle temizliyor. Plakları onun adına konuşmaya her zaman hazır gibi sanki. Erkin Koray’dan Ayla Dikmen’e, Edip Akbayram’dan Emel Sayın’a hepsi sözleşmiş sanki Ümit Bey’in yerine konuşmak için. Ümit Bey ile karşılaştığınızda hep gülen bir çift göz görüyorsunuz. Mezatla alakalı hiç konuşmuyor. Mezat nedir, ne değildir asla ondan öğrenemezsiniz. Dükkânına girdiğimizde bu sefer de Esmeray’ın “Unutama Beni” şarkısı karşılıyor. 

Mezatların en hazin nesneleri belki de siyah beyaz fotoğraflar. Bu fotoğraflarda ne hüzünler, ne sevinçler, ne yaşanamayan hikâyeler vardır kim bilir. Mevsimlik işçiler, tayin olduğu okulun öğrencileriyle fotoğraf çektiren öğretmenler, 1930’larda İstiklal’de yürüyen kızlar, ilk çocuklarının fotoğraflarını gurbetteki babalarına gönderen anneler, 1950’lerden kalan evler, Sevgililer Günü kartları, daha neler neler…

Mezatın müdavimi Ali Bey en heyecanlı ve sürecin tümüne hakim olanlar arasında. Bu nedenle nesnelerin hikayelerini, satıcıların ve eski nesnelerden bir şekilde kurtulmak isteyenlerin duygusal motivasyonlarını çok iyi seziyor. Biz de sohbetimize onunla devam ediyoruz. Öncelikle mezatın ne olduğunu tanımlamasını istiyoruz kendisinden.

Nedir Ali Bey mezat dediğimiz olay, kısaca anlatır mısınız?

Mezat birçok sektörde olan bir şeydir. Balık sektöründe var, çiçek sektöründe var. Buralarda olan, malın toptan gelip değerini bilen kişiler tarafından arttırılarak alınmasıdır. Eski objeler, oyuncaklar, koleksiyon ürünleri ve eskiye dair her şeyin olduğu bir platforma geliyor. Esasında olması gereken o ürünlerin belli bir kalite kontrolden ya da elemeden geçirilmesidir. Çünkü eski diye bir sürü kırık dökük eşyaları getiriyorlar. Burada önemli olan eski veya antika dediğimiz zaman yaşanmışlıkları olan, eskiye dair bir takım özellikleri olan, çağımızda olmayan ve şahsına münhasır yaşadığı zamana uygun objelerin satıldığı yerdir mezat. Mezata çıkarılan ürünlere, birileri tarafından ya da buradaki arkadaşlarla beraber oluşturduğumuz bir hakem heyeti tarafından ‘evet bunlar mezata çıkarılabilir’ dediğimiz ürünlere bir alt limit belirliyoruz. 10 lira gibi düşük bir fiyattan belirliyoruz ama obje önemliyse eğer fiyat 1.000 liraya kadar da, daha üste de çıkabiliyor. Bu biraz da o anki psikoloji ve insanların iştahıyla alakalı bir durum. Buraya o ürünü alma potansiyeli olan insanlar geliyor zaten. Açık arttırma usulüyle objelerin ve eski eşyaların satıldığı yerdir. Yani mezattan kastettiğimiz şey bu.

“Mezatın kendine özgü kuralları ve dili var mı? Efemera kelimesini çok duyuyorum, nedir bu efemera?”

Evet, tabii ki var. Şimdi bu efemera esasında Latince kökenli bir kelimedir. Efemera eski matbuat, eski kâğıt demek. Genel bir açıdan baktığımızda, eskiye dair basılmış kitaplar, paralar, birtakım matbu evraklar, eski faturalar, eski mizah dergileri. Bunların tümünün genel adı efemeradır. Efemera dendiği zaman herkes bilir ki kağıt, kitap, dergi ve eski para çıkacak. Mesela eski fatura deyince neyi var bunun diyorlar ama 1950’li yıllarda ya da Osmanlı döneminde hangi ürünler kaç paradan satılıyormuş, matbuat evrakının kalitesi, kaşesi… Bunlarla ilgili o döneme ait bir sürü bilgilerin olabildiği kâğıtlar. Efemera dediğin zaman en çok eski gazeteler, tiyatro bileti, sinema ve maç biletleri gelir. Mesela geçenlerde ben bitpazarından bir evrak alırken eve geldiğimde bir baktım ki içinden çok eski Fenerbahçe-Galatasaray maçının bileti çıktı. Hem de Metin Oktay’ın jübile maçının biletiydi. Metin Oktay o maçta futbolu bırakmış ve üzerinde Metin Oktay’ın da fotoğrafı vardı. Bir de lot kelimesi var. Lot da karışık ürünler anlamına gelebilir. Yani para, kâğıt ve başka objelerle bir arada satılmasıdır. Satıcının o anki durumuyla satabilmek amacıyla yahut başka bir amaçla objeleri bir araya getirmesidir. Genelde aynı türden şeyler bir araya gelir ama farklılık da gösterebilir. Bir de komisyon olayımız var. Satıcıdan ve alıcıdan yüzde on beş komisyon alınıyor. Bu tabii değişkenlik gösterebilir. 

Eşyaların her birinin ayrı bir hikâyesi yaşanmışlığı var, insanların bu eşyaları alırken ya da satarken duygusallaşıp bağ kurduğu oluyor mu?

Evet, her eşyanın ayrı bir hikâyesi var elbette. Kesinlikle oluyor tabii, öyle şeyleri çok yaşıyoruz. Kendisiyle alakalı bir şey ya da aileden bir bireyin vefatı sonucunda kendisine kalmış bir eşya genelde. Bunu yaşayanlar da oluyor ama hiç yaşamayanları da görüyoruz. Benim gördüğüm şöyle bir şey var, bir kısım eşyaya hiçbir kıymet vermiyor. Bir kısım ise duygusal bağ kuruyor. Satmak zorunda olanlar ya da taşınacaklar oluyor, eşyanın hikâyesinin bitmesini istemeyen insanlar var. Bir kısım ise koleksiyonerler, mesela onların duygusal bağlantıları daha çok ürünlerle. Onlar burada yüz tane ürün görür ama içlerinden bir tanesini hem koleksiyon işi olup olmadığını hemen anlayabilirler. Bütün eşyaları tek tek inceleyip onların serüvenlerini görmeye çalışan insanlar da var. Burada bir de önemli olan şey şu, biri geliyor buraya bazen mesela elinde çok kıymetli bir eşya var. O kıymetli eşyayı bir an önce elinden çıkarmak istiyor, atamıyor da ama kurtulmak istiyor. Elindeki eşyayı görüyorsun çok değerli bir şey. O kadar değersiz bir hale getirmiş ki yaşadığı üzücü olaylardan sonra onu bir an önce elinden çıkarmaya çalışıyor. Bize satmaya çalışıyor. Biz alıyoruz ama alırken de o kişinin psikolojisini de anlamak lazım.

Burada yaşadığınız ilginç bir hikâye var mı?

Evet, burada hikâyeden başka bir şey yok aslında. Bir müşterimiz var, bir hanımefendi. Onun için eşyaları o kadar kıymetli ki, kocası ölmüş, çok yakınları da yok. Ama o eşyalarla biraz bütünleşmiş. Fakat eşyaların da çok ciddi maddi bir ağırlığı ya da özelliği yok. Eşyaların yaşanmışlıklarından dolayı anlamlar yüklemiş ki onların çok paha edebileceğini düşünüyor. Hâlbuki baktığınızda günümüze yakın bir zamanda üretilmiş ve çok anlam ifade etmeyen ve antika da olmayan eşyalar. Ama bir bağ kurduğu için değerinin de yüksek olduğunu düşünüyor tabii. Ona maddi anlamda bir değer söylemediğin zaman üzülüyor, kalbinin kırılacağını çok net belli ediyor. İki günde bir eşyalarına bakmaya gelir, satılıp satılmadığına ve nereye konulduğuna. Aslında burada da bambaşka bir hikâye var. O da biliyor eşyalarının çöpe gideceğini; buraya getirip başka insanların hayatlarında yeni serüveni olsun istiyor.

Siyah deri yeleği ve uzun saçlarıyla karşımda duran Ahmet Bey ise, elime 90’lardan kalma bir fotoğraf makinesi veriyor. Elime aldığım makine gözlerimin dolmasına sebep oluyor. Dolan gözlerimi fark eden Ahmet Bey, aklıma gelenleri anlamış gibi gülümsüyor. Sohbetimizin son sorusunu fotoğraf makinesinin çağrıştırdığı anılar aklımdayken Ahmet Bey’e yöneltiyorum.

İnsanlar buraya nasıl bir beklentiyle geliyorlar?

İnsanlar bazen de şöyle bir beklentiyle geliyorlar. Kendi hayatında yalnız kalmış, sosyalleşememiş, burada böyle bir yer görüyor. Biz gelen kişinin elindeki eşyaların da belli bir hikâyesi olduğunu da bildiğimiz için o kişiyle bir bağ kuruyoruz. O bağ nedir mesela, bazen hal ve hareketleri çok olumlu olmamasına rağmen biz onu mümkün olduğu kadar anlamaya, dinlemeye çalışıyoruz. Diyelim ki kocasından kalan bir saati satıyor. Şimdi o eşyayı tanıtırken de fazlasıyla ayrıntıya, yaşamsal bir takım deneyimlerinden yola çıkarak detaylara giriyor. Biz onu dinlemek zorundayız. Dinlemezsen bu sefer onu önemsemediğini düşünüyor. Eşyaya çok anlam yüklendiğini bilip kıramıyorsunuz da. Devamlı buraya gelerek sizden aynı şekilde ilgilenmenizi bekliyor bu sefer. Biz de burada hem esnafız, hem de insanız. Ama insana mahsus insanla ilgili bir iş yaptığın zaman ise bu tarz şeyler olabiliyor.

Elden ele giden eşyaların, geçmişle gelecek arasında kurdukları serüvenler… Bizler o eşyaları hatırladığımız sürece hikâyeleri her zaman yaşayacaktır…  

Fotoğraf: Pınar Ercan

0 yorum
3

Yorum Yapın