Anasayfa Analiz Analiz: Etik, İşbirliği ve Örgütlenme

Analiz: Etik, İşbirliği ve Örgütlenme

, admin

 TEZCAN DURNA [1]    

“Zamanın oku kırıldı artık; sürekli olarak yeniden tasarlanan, rutine düşman olan ve kısa vadeye odaklı bir politik ekonomide hedefine varamaz oldu bu ok. İnsanlar, uzun süreli insani ilişkilerin ve kalıcı hedeflerin yokluğunu hissediyor…”

Richard Sennett (Karakter Aşınması)

                                                                                                         

Nitelikten ve meslek etiğinden bahsedebilmek için, mesleği icra edenlerin bir yandan kendilerini güvende hissedebilecekleri sosyal güvenceye, diğer yandan yapılan mesleğin niteliğini ve kamusal yararını değerlendirecek etkili bir mesleki örgütlenmeye ihtiyaç vardır.

Son yıllarda olumlusuyla olumsuzuyla gazeteciliğe dair yaşanan örnekler, etik tartışmasının öncelikle örgütlenmeden geçtiğini, örgütlü bir mücadelenin olmadığı yerde etik tartışması yapmanın havanda su dövmek anlamına geldiğini bir kere daha gösterdi bize. Etik konusu kuşkusuz sadece gazetecilik mesleğini ilgilendirmiyor. Hukukun sınırlarını aşan bütün konular aslında etikle ilgili. Öyle konular vardır ki, hukukun sınırları içinde görmeniz mümkün değildir. Yapılan bir yanlışı, hatayı, kusuru hukuken cezalandırmanız mümkün değildir, ancak ahlaken yargılayıp yadırgayarak bir nevi manevi ceza verirsiniz bu yanlışın öznesine. Bunun için manevi cezanın öngörüldüğü kişinin bunu ceza olarak görmesi gerekir kuşkusuz öncelikle. Etik konusu tam da hukuken değil de manen cezalandırılmayı öngören bir durum olduğu için tikel ile tümel arasındaki gerilim hattında tartışılır. Adorno bu gerilimi Kant’ın doğal, ampirik insan bireyi ile akıl sahibi insan arasındaki ilişkiler olarak tarif ettiğine dikkat çekerek şöyle tanımlar:

“Bir yandan psikolojik olarak tecrit edilmiş olan insanın arızi doğasını görürüz; bu insan iç hayatı tarafından öyle koşullandırılmıştır ki özgürlük gibi bir şeyi elde edebilmesi pek olacak şey değildir. Öte yandan, soyut normun yaşayan insanlar karşısında öyle bir nesnel gerçekliğe bürünmüş olduğunu görürüz ki insanlar onu yaşarlığı olacak bir biçimde kendilerine mal etmekten aciz kalırlar. Bu iki imkânsızlıkla özgüllükleri içinde nasıl hesaplayacağımız; onlar hakkında nasıl düşüneceğimiz ve ne gibi olası çözümler keşfedebileceğimizdir işte teorik bir disiplin olarak ahlak veya etikle ilgili düşüncenin kapsamını tanımlayan şey.”[2]

Dayanışma ahlakın-etiğin temel dinamiğidir

Aslında bu tümelle tikel, bireyle toplum, bireyselle toplumsal, bencillikle diğerkâmlık arasındaki gerilimi sapiens türü bin yıllar öncesinde doğayla mücadele ederken çözmüştür. Bu çözümün anahtarı ya da sırrı işbirliğinin zaferinde yatar. Bu kadar kırılgan, bu kadar aciz, bu kadar güçsüz olmasına rağmen insan türünü yaşadığı çevrenin hâkimi haline getiren onun işbirliği yeteneğidir. İşbirliğinin, dayanışmanın bu açıdan baktığımız zaman ahlakın ya da ahlaki davranışın temel dinamiği olduğunu kabul etmek gerekir. Tomasello Ahlakın Doğal Tarihi adlı kitabında bu ahlaki davranışın olası ilk nüvelerini şöyle tarif eder:

“Böylelikle, ortak maksatlı etkinliklere katılmak –hem ortakların eşit hak sahibi ikinci şahıs failler olarak kabul edilmesinin, hem ortak bir bağlılıkla  ‘biz’i ‘ben’den üstün tutan bir işbirliği rasyonalitesinin yolunu açarak- yepyeni bir evrimsel ahlak psikolojisi biçimi yarattı. Bu yepyeni ahlak psikolojisi biçimi cezadan ya da ‘onlar’dan gelen itibar saldırılarından kaçınma stratejilerine değil, kendi ‘biz’imize uygun olarak erdemli bir şekilde davranmaya yönelik sahici bir çabaya dayanıyordu.”[3]

İnsanın ya da belki bütün canlıların sadece kendisi için yaşamadığını, etrafındaki canlılarla işbirliği içinde olması gerektiğini dile getiren bu bakış açısı, evrimsel doğal seçilime atfedilen “doğada güçlü olan kazanır” mottosunun karşıt paradigmasıdır. Bu karşıt paradigmanın günümüz liberal ekonomi paradigmasına da ilham verdiğini unutmamak gerekir. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mottosu bir anlamda doğal seçilimin billurlaştığı liberal ekonomi ilkesidir. Bu ilkenin temel savunusu, toplumları geliştirenin dayanışma ve işbirliğinden ziyade rekabet olduğudur. Kuşkusuz para ya da emtiaya dayalı takas motivasyonunda da bir karşılıklı işbirliği mantığı vardır; ancak Adam Smith’in de işaret ettiği gibi, kimse komşusunu mutlu etmek için ekmek fırını açıp üretmez, karşılığında para kazanmak ister. Bu saptama karşısında söylenecek çok bir şey yoktur kuşkusuz ve bu da bir çeşit toplumsal işbirliğinin göstergesidir; ancak tek motivasyonun para kazanmak haline geldiği bir ortamda işbirliğinin ve dayanışmanın ya da ne pahasına olursa olsun yaşamanın anlamı da tamamen ortadan kalkacaktır.

Yurttaşın yalnızlaştığı toplumlarda kötülük örgütleniyor

Yaşamının merkezine en çok para kazanma motivasyonunu koymuş bir müteahhidin yaptığı bütün binaların depremde yıkıldığını ve yıkılan binalarda binlerce insanın yaşamını yitirdiğini düşünsenize. Böylesi bir müteahhidin hayatı gerçekten yaşanmaya değer bir hayat mıdır? Ya da şöyle diyelim; yaşamının merkezine ne olursa olsun para kazanmak, ekranlarda kalmak motivasyonunu yerleştirmiş bir muhabirin, göçük altındaki yardım çığlıklarını yalın bir biçimde duyup dururken, işinden olmamak için bu sesleri duyurmaktan uzak durduğunu düşünelim. Böyle bir muhabirin yaptığı mesleği, bu mesleği hakkıyla yapan diğer muhabirler nasıl içlerine sindirebilirler? Sorular ve örnekler uzar gider. Sorulara verilecek yanıtlar kuşkusuz bir hayli çetrefillidir. Bu yanıtların meşru bir zemininin olduğunu sanırım kimse iddia edemeyecektir. Kimse “o müteahhit de ekmeğinin peşindeydi, o muhabir de ne yapsın, işinden olmak istemiyor” yanıtına kani olmayacaktır artık. Zira bir noktadan sonra bazı şeyler, ahlaki seçimin sınırlarını aşıp hukuki yükümlülük sahasına dâhil oluyor. Ancak yine de bazı mevzularda hukukun sınırlarını da aşıp kamusal bir baskı mekanizmasının devreye girmesi gerekiyor. İşte burada toplumsal dayanışma, işbirliği ve örgütlenme konusunda kilitleniyor bütün işler. Çünkü siz istediğiniz kadar iyi hukuk kuralları getirin, istediğiniz kadar ahlaki, vicdani ve etik yükümlülükler dayatın, bu hukukun işlemesi ve etik kurallara uyulması için güçlü, yalnız bırakılmış bireylerden oluşmayan, bir arada durabilen bir toplumsal birliktelik gerekiyor. Sıradan yurttaşın yalnızlaştığı ve atomize olduğu her toplumda tıpkı bileşik kaplar yasasında olduğu gibi kötülük örgütlenerek kenetleniyor ve şairin dediği gibi “kötüler kadı oluyor Yemen’e”.[4]

İletişim Başkanlığı basın kartını havuç ve sopa olarak kullanıyor

Türkiye ana akım medyası, 80’lerden bu yana büyük sermaye gruplarının eline geçti. Bu ele geçirme süreci yaşanırken, öncelikle yapılan, bütün çalışma alanlarında olduğu gibi sendikal örgütlenmenin neredeyse yok edilmesi oldu. Sendikal örgütlenmenin yanı sıra, mesleki örgütlerin de işlevi büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Gazetecilik, diğer mesleklerden farklı olarak hiçbir zaman meslek örgütüne mecburi üyelik gerektiren bir meslek olmadı. Mesleği icra ederken özlük haklarını koruyan ve bir nevi gazeteci olduğunu ispatlayan kimlik olan sarı basın kartı bile gazetecilere yıllardan beri devlet kuruluşları tarafından verildi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kurulduktan sonra ihdas edilen İletişim Başkanlığı bu kartı rengini değiştirerek, üstelik de daha önceleri hak edilmiş ve verilmiş kartları da hiç ederek vermeye başladı. Verilen bu kart bir anlamda artık havuç-sopa ilişkisinin simgesi haline geldi gazeteciler açısından.

Örgütsüzlük gazetecileri güç odaklarına karşı çaresiz bırakır

Bu koşullar altında son zamanlarda karşımıza çıkan tikel gazetecilik örneklerinden bahsederek etik tartışmasının örgütlü mücadeleyle neden sıkı sıkıya ilişkili olduğunun altını çizmeye çalışalım. Voice of America Türkçe Ankara Muhabiri Yıldız Yazıcıoğlu’nun Devlet Bahçeli’ye Eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş cinayetini sormasının ardından “işine bak”[5] denilerek sorusunun geçiştirilmesi ve etrafındaki kişiler tarafından tartaklanarak uzaklaştırılması sonrasında kamuoyundan etkili bir tepkinin verilmemesi örgütsüz bir toplumun sonucu olarak düşünülmelidir. Bu örgütsüzlüğün esas odağı ise bizatihi gazetecilik mesleğinin içidir. Örgütsüzlük, kamu adına soru soran bütün gazetecileri güç odakları karşısında yalnız bırakmakta, haber yapma imkânını ortadan kaldırmaktadır. Böyle bir durumda, muhabirin çalıştığı kurumdan da etkili bir destek gelmediği anlaşılmaktadır. Böylece gazetecinin meslek ve kamuoyu adına yaptığı tikel bir gazetecilik çıkışı, sonuç vermek yerine gazetecinin bireysel itibar hanesine kaydedilen bir cesaret örneği olarak sadece tarihe not düşülerek geçilmiştir. Hâlbuki gazetecinin işi tek başına cesaret gösterisinde bulunmak değil, yaptığı haberin sonuç doğuracak bir etkisinin olmasıdır. Bu etkinin olmadığı yerde ne gazetecilikten ne de gazetecilik etiğinden bahsetmek mümkündür.

Gazetecilik mesleğinde sendikal örgütlenme kadar mesleki örgütlenme de önemlidir

Bir diğer örnekse Habertürk Muhabiri Fatmanur Boylu’nun “karne hediyesi olarak bir annenin çocuğuna et satın aldığı” haberinin bir miktar kurgu olduğunun öğrenilmesi üzerine Habertürk’teki işinden çıkarılması olayıdır. Muhabir, işten çıkarılma olayının ardından sosyal medyada yaptığı uzun bir açıklamayla mağduriyetini dile getirmiştir.[6] Muhabirin açıklamalarına bakılırsa, işten atılma olayı tamamen yapılan haberin sonucudur ve haber tamamen gerçekleri yansıtmaktadır. Ancak takip eden zaman içinde olayın göründüğünden ve muhabirin açıkladığından daha karışık olduğu ortaya çıkmış, muhabirin haberinin bir miktar kurgu olduğu anlaşılmıştır. Muhabir gerçekten kurgu haber yaptığı için mi, yoksa yayınlanan haberin iktidarın, uyguladığı yanlış ya da kasıtlı ekonomi politikalarının yol açtığı geniş kitlelerin neredeyse açlıkla sınandığı sonuçların net bir şekilde açığa çıkmasına yol açmasından mı kaynaklandığı belirsizdir. Bunu net olarak anlamak bir hayli zordur. Zira muhabirin yaptığı kurgu haberle çalıştığı kuruma önemli bir koz vermiş olduğu açıktır. Bu kozu üstelik de mesai arkadaşları ifşa etmiştir. Burada etik açıdan bir yargıda bulunmak da epeyce güç. Ancak muhabirin kısmen kurgu haber yapması kuşkusuz etik dışı bir davranıştır. Diğer yandan etik dediğimiz şey, bir özden ibaret de değildir. Bir insanın etik davranış sergileyip sergilemediğini iyi anlayabilmek için onun koşullarını iyi değerlendirmek gerekir. Misal siz açlıkla sınanan bir insanın ekmek çalmasını hiç düşünmeden hırsızlık ve dolayısıyla etik dışı bir davranış olarak değerlendiremezseniz. Düzgün örgütlenmemiş, maliyetlerden kısmak uğruna yapılan işin nitelikli olarak sunulmasını sağlayacak pek çok imkân ve koşuldan mahrum bırakılmış bir haber merkezinde nitelikli iş yapmaya çalışanların yaptıkları hataları da doğrudan etik dışı olarak değerlendirirken biraz hakkaniyetli olmak zorundasınız. Kaldı ki bu kişilerin içinde meslek icra etmeye çalıştıkları koşulların ve zeminin bir kor ateş olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Ancak, bu koşulların oluşmasında, bizzat bu koşulların ceremesini çeken insanların da payının olduğunu asla unutmamak gerekir. Muhabir aslında ekonomik sorunların yarattığı yakıcı yoksulluğun altını çizecek onlarca haber konusu bulabilecekken, sırf dramatik gözüksün diye karne alan bir çocuğu böylesi bir gerçekliği ortaya çıkarmak için araç olarak kullanmış, aslında çok boyutlu bir etik soruna yol açmıştır. Bunun belki de en önemli nedeni, muhabirin hem özlük haklarını koruyacak bir sendikal örgütlenmeden hem de mesleki nitelikleri ve iş yapma pratiklerini denetleyecek mesleki örgütlülükten ve mesleki sosyalleşme imkânlarından mahrum olmasıdır. Bir meslek erbabının özlük haklarının korunması kadar, meslek erbabının işini hakkıyla ve birilerinin ve en önemlisi de kamuoyunun hakkını ihlal etmeden icra edip etmediğinin denetlenmesi de önemlidir.

Mevcut medya sektörünün örgütsel yapısı demokratik haberleşmeyi engeller

Özellikle gazetecilik mesleğinde, ticari medya kuruluşlarında dijital platformların yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan reklam geliri kaybı sonucunda ciddi bir niteliksizleşme ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bu niteliksizleşme halinin tek nedeni sektörel küçülme değildir. Sektörel küçülme, belki de bu niteliksizleşmenin dolaylı yönden semptomudur sadece diyebiliriz. Zira uzun yıllardan beri, medya sektörü ürettiği özellikle de haber içerikleri açısından ciddi kriz içindeydi. Ülkenin demokratik kültürünün, parlamenter sisteminin bu derece içinden çıkılmaz bir kriz içine yuvarlanmasında belki de ilk sıralardaki sorumluları arasındadır ana akım medya vardır. Bu sorumluluğu tarif ederken dâhil edilecek pek çok parametrenin arasında öncelikle tartışılması gereken ise sektörün demokratik konuşmayı ve haberleşmeyi engelleyen örgütsel yapılanması gelir. Bu kuşkusuz sadece Türkiye’ye özgü de bir durum değildir. Üstelik de sadece medya sektörüne de özgü bir durum olmadığı ortadadır. Bütün kurumsal yapılardaki örgütlülük ve ilişkisel bağların kopuşunun nasıl bir vasıfsızlaşmaya yol açtığını Richard Sennett şöyle açıklar:

“Yüzeysel ilişkiler ve kısa dönemli kurumsal bağlar, birlikte silo etkisini güçlendirir, insanlar kendilerini saklar, özellikle kurum içerisinde farklı işlerde uğraşanlardan uzak durur ve o anki işleri ile ilgili olmayan sorunlara karışmazlar… Vasıfsızlaştırma toplumsal alanda da eşit ölçüde gerçekleşir; insanlar maddi eşitsizlikle tecrit edilirken, vasıflarını zorlu farklılıklarla uğraşmak için kaybeder. Kısa vadeli işler, toplumsal sözleşmeleri daha yüzeysel hale getirir ve ötekiyle ilgili endişeleri harekete geçirir. Bu şekilde, karmaşık bir toplum çalışması için gereken işbirliği vasıflarını kaybederiz.”[7]

Niteliksiz ve iş güvencesinden yoksun gazeteciden etik davranması beklenemez

Bu saptamayı gazetecilik mesleğine uyarlayacak olursak; son yirmi-otuz yıl içinde (daha önceleri her şeyin kusursuz olduğunu iddia ettiğim düşünülmesin tabi ki) gazetecilik mesleğinin içindeki güvencesiz çalışma, mesleki örgüt denetimi ve korumasından yoksunluk, meslek içi aşırı rekabet, nitelikten ziyade niceliğe odaklanma gibi unsurlar gazetecilerin kademeli olarak nitelik kaybetmesine yol açmıştır. Bu nitelik kaybı son on yıl öncesine kadar iyi kötü usta-çırak ilişkisi içinde telafi edilebilirken, holdingler şeklinde faaliyet gösteren medya kuruluşları büyük gelirler elde ederken astronomik rakamlarla istihdam edilebilen deneyimli gazetecilere hızla yol verilince bu ilişki çabucak kırılmıştır. Kuşkusuz bütün deneyimli gazeteciler, bu usta çırak ilişkisinin etkin aktörleri değil, pek çoğu bizatihi patronunun çıkarı için lobi faaliyeti yapan aktörlerdi. Onlar zaten sektörün içinde tutunmaya devam ediyorlar. Bu tiplerin dışındaki deneyimli ve usta gazetecilerin hızlı bir şekilde sistemden koparılmasının bir nedeni artık onlara ödenen maaşların medya kuruluşlarına ağır gelmesiydi. Bir diğer nedeni de bazılarının istihdam edilmeye devam etmesinin siyasi olarak da ağır gelmeye başlamasıydı. Gezi Süreci öncesinde başlayıp sonrasında ete kemiğe bürünen siyasal iktidarın gazetelerde kim-kimlerin çalıştırılıp kimlerin çalıştırılmayacağına dair açık talimatları, 2018 yılından itibaren keskinleşti. Bu tarihten sonra ana akım medya kuruluşları, hem mesleğin onurunu koruma konusunda hassas hem de gazetecilik mesleğini ne pahasına olursa olsun tutkuyla yapmaya devam etmekte ısrarcı olan deneyimli gazetecilerden temizlendi. Bu temizlikle birlikte, ana akımda istisnalar haricinde nitelikli gazeteci neredeyse yok oldu. Bu koşullar altında kendini hem nitelik olarak yetkin hem de örgütsel olarak güvende hissedemeyen bir gazetecinin meslek etiğine uygun haber yapmasını beklemek imkânsızı istemek anlamına gelecektir.

Velhasıl, bir gün farklı bir politik iklim ortaya çıkarsa, yani bugünkü iktidardan daha özgürlükçü, demokrasiye sadık bir iktidar ülkeyi yönetmeye başlarsa bile, mevcut medya sistemi ve yapılanmasıyla devam etmek imkânsızdır. Böylesi bir yapı içinde faaliyet gösteren medya yapılanması, en demokrat iktidarı bile baştan çıkaracak kadar niteliksiz ve eyyamcı olabilir. Nitelikten ve meslek etiğinden bahsedebilmek için, mesleği icra edenlerin bir yandan kendilerini güvende hissedebilecekleri sosyal güvenceye diğer yandan yapılan mesleğin niteliğini ve kamusal yararını değerlendirecek etkili bir mesleki örgütlenmeye ihtiyaç vardır.


[1] um:ag Genel Yayın Yönetmeni, serbest akademisyen

[2] Theodor W. Adorno (2012), Ahlak Felsefesinin Sorunları, (Çev. Tuncay Birkan), İstanbul: YKY, s. 27-28.

[3] Michael Tomasello (2018), İnsan Ahlakının Doğal Tarihi, (Çev. Aylin Onacak), İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, s. 15.

[4] William Shakespeare, 66. Sone.

[5] https://www.youtube.com/watch?v=rnBk4ZervjE

[6] https://twitter.com/FatmanurBOYLU/status/1617906936024035329 (Erişim tarihi: 25/01/2023)

[7] Richard Sennett (2012), Beraber, (Çev. İlkay Özküralpli), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 19, 30.

0 yorum
1

Yorum Yapın