Anasayfa Analiz Analiz: Kamuoyu, Gazete, Parti, Ajitprop

Analiz: Kamuoyu, Gazete, Parti, Ajitprop

, admin

TEZCAN DURNA [1]

İnsan toplulukları, içinde yaşadıkları dünyayı anlayabilmek ve ona göre karar verebilmek için her zaman bilgi, yorum ve değerlendirme toplamak ve bunları bir şekilde yaymak için tarihlerinin çok büyük bir kısmı süresince sırf bu işe hasredilmiş bir iştigale ihtiyaç duymadılar. Yani gazetecilik olmaksızın birbirleriyle haberleştiler. Bu bazen özel ulaklar marifetiyle oldu, bazen de yaşadıkları ve sonradan terk ettikleri yerlere bıraktıkları bazı işaretlerle yapıldı. İnsanlığın uygarlık tarihi, bu işaretleri okuyarak yazıldı, yazılmaya devam ediyor. Bu işaretleri anlamlandırmak mümkün olduğu için, geçmişteki insanların deneyimleri ve bilgileri günümüze aktarılabiliyor. Ne var ki tarihçiler genellikle gazeteciliğin kökenini sadece 400 yıl kadar geri götürürken, günümüzdekine benzer şekilde bir grup haber toplayıcı için tam zamanlı bir meslek olarak gazeteciliğin yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi var.[2] Süreli basın denilen fenomen, 18. yüzyılın sonundan itibaren ve 19. yüzyılda giderek ivmelenerek basılı kitle iletişim araçlarının değişiminde itici bir unsur işlevi görmüştür. Politikanın bu dönemine damga vuran Aydınlanma, süreli yayını bu araçlarla ilgili sorunsalın merkezine yerleştirmiştir.[3] Tam da bu nedenle, süreli yayının savunulması ve bir mevzi olarak sahiplenilmesi modern toplumun öncüleri tarafından hayati bir mesele olarak algılanmıştır. Modern toplumun dönemine göre ilerici sınıflarının, monarşiler karşısında mobilize edebileceği kitlelerin kamusal duyarlılığı bu yolla harekete geçirilebilecektir. Bunun için, modern toplumun içindeki bütün politik aktörler, sosyolojik oluşumlar ve en nihayetinde partiler, süreli yayınları bir nevi modern aydınlanmış bireyin seküler İncil’i gibi görmüşlerdir. Bu paradoksal adlandırma her ne kadar aşırı gibi görünse de, toplumsal duyarlılığın sahip olduğu varsayılan vicdan ile dinin referans gösterdiği iman arasındaki benzerlik düşünüldüğü zaman adlandırma daha anlaşılır hale gelebilir.

Sanayi öncesi Eski Rejim Fransa’sından Devrim Süreci Fransa’sına, İngiliz işçi sınıfından, Rus Dekabristlerine, Amerikan Devriminden Rus Devrimine, Rus Bolşeviklerinden Alman Baader Meinhof Çetesine (Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu/RAF) kadar politik mücadelenin itici gücü süreli yayınlar olmuştur. Yeni Osmanlılardan Jön Türklere, Kurtuluş Savaşı döneminden Cumhuriyetin kuruluş dönemine kadar bütün Osmanlı-Türkiye politik hareketlerinin temel ivmelendirici unsuru da süreli yayınlardır. Süreli yayın denilen fenomen, modern insanın gündelik hayatını kavrayabilmesine yol açan, bu kavrayış sonucu onu harekete geçireceği varsayılan bilgi, yorum ve değerlendirme içerir. Bu içerikler, ne kadar endüstri tarafından massedilirse hedef kitlesi üzerindeki etkisi de o kadar azalır. Bunun tarihteki ilk ve en belirgin örneği İngiltere’de gerçekleşir. İngiltere’de “Bilgi Vergilerinin” yürürlükten kaldırılmasını izleyen yarım yüzyıl boyunca, bir dizi radikal gazete kapanmış veya sonunda popüler liberal gazeteciliğin ana akımına dâhil olmuştur. İşçi sınıfının örgütlenmesini de mümkün kılan radikal gazetecilik, yalnızca küçük tirajlı ulusal süreli yayınların ve mücadele eden yerel haftalık gazetelerin yumuşatılmış biçimiyle hayatına devam edebilmiştir. Yine de bu düşüş, İngiltere’nin tüm büyük şehir merkez­lerinde yerel günlük gazetelerin kurulduğu ve ağırlıklı olarak sağcı yeni nesil ulusal gazetelerin ortaya çıktığı, hızlı bir basın genişlemesi döneminde gerçekleştir.

Bazı radikal önderler, özellikle 1867’de işçi sınıfının üst tabakaları oylamayı kazanınca Liberal Parti’ye dâhil olmuşlardır. Sendikalarsa toplumu yeniden yapılandırmak ve köklü değişimler talep etmek yerine ücretleri ve çalışma koşullarını iyi­leştirmenin peşinde koşarak daha fazla içe kapanmışlardır. Hem sağda hem de solda pek çok tarihçi, radikal basının gerilemesini kamuoyu iklimindeki bu değişikliklere bağlarlar. Bu değişikliklere 1850’lerin başlarında Çartizmin çöküşü de eşlik edince bir hayal kırıklığı dalgası ortaya çıkmıştır. Bu sürecin devamında, önemli sosyal reformların kazanılmasıyla ve hepsinden önemlisi İngiliz ekonomisinin göreli başarısıyla birlikte istihdamdaki çoğu işçinin durumu, on doku­zuncu yüzyılın ikinci yarısında ciddi şekilde daha iyi hale gelmiştir. Okullar, kiliseler, gençlik kulüpleri ve gönüllülük esasına dayalı diğer sosyalleşme kurumları aracılığıyla işçi sınıfının yoğun bir şekilde dünya görüşünü değiştirmesi de sosyalizm karşıtı görüşlerin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Yirminci yüzyılın başlarındaki Sen­dikalar Kongresi tartışmalarının açıkça ortaya koyduğu gibi, birçok Liberal sendikacı, ticari basınla barışmış oldukları için üyelerinin parasını yeni sosyalist yayınlar oluşturmaya yatırma konusunda isteksiz hale gelmiştir. Basın ve kamuoyu arasında yakın bir ilişkinin olmadığı, oylama rakamlarıyla daha da vurgulanır olmuştur. 1918 genel seçimlerinde misal, İşçi Partisi oyların yüzde 22’sini almış ancak tek bir ulusal günlük gazetenin veya pazar gazetesinin koşulsuz desteğini kazanamamıştır.[4] Bunun belki de en önemli nedeni, süreli yayın denen fenomenin endüstrileşerek ana akım haline gelmesidir. Kuşkusuz yüzde 22’lik bir İşçi Partisi’nin de ana akım haline gelmiş olduğu ve bu ana akım politik hareketin neden ana akımlaşmış süreli basının tam desteğini alamamasının anlaşılmaz olduğu düşünülebilir. Ne var ki, ana akımlaşmış bir ticari gazetecilik, görünürde politik olarak renksiz ama derinlerde sermayedar sınıfının çıkarlarını koşulsuz destekleyen bir hegemonyanın aracı haline gelmiştir.

Gelin bu paradoksal durumu anlayabilmek için bu defa 20. Yüzyılın başlarında yazılmış Walter Lippman’ın şu satırlarına kulak verelim:

“Hakikat gazeteye maddi veya manevi herhangi bir kazanım getirmeyecek olsa dahi, gazetenin bize hakikati servis etmesini bekleriz… Kişi, hakikat pınarlarının kaynamasını bekler ama kendisini riske atacak, zarar ettirecek veya başını belaya sokacak ne hukuki ne de ahlaki hiçbir sözleşmeye girmez. İşine geldiğinde göstermelik bir bedel öder, gelmediğinde ödemeyi bırakır veya işine gelen bir başka gazeteye geçer… Dünyanın tüm haberleri için iyi bir sodalı dondurma fiyatını göstere göstere ödemek zorunda kalmak hak ihlali olarak kabul edilse de kamu bunu, hatta daha fazlasını reklamı yapılan emtiayı satın alırken ödeyecektir. Kamu basın için ödeme yapar ancak sadece ödeme gizlendiğinde”.[5]

Okurlar ve basın arasındaki bu tek taraflı ilişkiyi Lippmann modern çağın bir anomalisi olarak görür. Bu anomali, aslında kamusal bir hizmet olması gereken gazeteciliği tuhaf bir ikilem içine sokar. Haber ve bilgiye açıktan ve hak ettiği bedeli ödemeyen okur, dolaylı olarak ilgisini satın alan emtia sahiplerinin gazetenin içeriklerine yaptığı etkiye ses çıkarmaz. Kuşkusuz bu etki doğrudan değil dolaylıdır. Bu etki, büyük ölçüde haber değeri, haber kaynakları, haberin çerçevesi ve sınırlarının şekillenmesi konularında karşımıza çıkar. Misal haklarını arayan işçiler, sokağa çıkıp eylem ya da grev yaptığında, bu grev haberleri okura haber olarak aktarılırken, o haber metninin çerçevesi her­hangi bir reklam verenin herhangi bir müdahalesi olmasa dahi, sermayedarın lehine olacak şekilde çizilir. Ana akımlaşmış bir gazete ya da artık günümüz terimleriyle konuşursak medyada işçi sınıfının hak arayışının işçi sınıfının jargonuyla dile getirilmesi “sermaye düşmanlığı, patrona karşı hasım olmak” olarak değerlendirileceği için, işçi ile işveren arasındaki sözde adil mutabakatı bozacağı düşüncesiyle mümkün olmaz. Aslında kendisi de çoğunlukla işçi olan okuyucu-izleyici, bir süre sonra sermayedar lehine olan bu zımni çerçeveyi kanıksar ve doğallaştırır. Bu doğallaştırma nedeniyledir ki, bir süre sonra açıktan işçi sınıfı çıkarını savunan basın-medya gerçek bir medya organı olarak görülmek yerine azınlığın sesi olan birer propaganda aracı olarak algılanmaya başlar. Günümüz koşullarındaki parti-gazete, politika-haber, propaganda-kamuoyu gibi ikili olarak düşünülmesi gereken kavramları bu perspektiften yeniden değerlendirmek gerekiyor.

Bu gereklilik nedeniyle, günümüzde bütün dünyaya sirayet eden politikasızlık şeklinde nükseden demokrasi krizi ile gazetecilik mesleğinin krizini aşmak için, “gazetecilik öldü” yollu değerlendirmeler yerine “İnsanların haberle kurduğu ilişkiyi nasıl daha dengeli ve sıkı hale getiririz?” sorusunu sorarak yola devam etmek gerekir. Bunun için de, genelde özgürlük, özelde de ifade ve basın özgürlüğü kavramını basit bir yasakların olmaması yorumunun ötesine taşımamız ve insanların sözlerini özgürce söyleyebilecekleri bir ortamın yaratılmasının sağlanması olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Tam da bu nedenle, gazetecilik denen mesleğin tarihinin en fazla 200 yıllık mazisi olduğunu unutmadan, günümüzde yeni gazetecilik, habercilik yordamlarının oluşabileceğini, dahası oluşması gerektiğini, yeni kurumsal yapıların inşa edilebileceğini; buna parti gazetelerinin dahi dâhil edilebileceğini, ancak parti-gazete arasındaki ilişkinin yine yıllardan beri deneyimlerden süzülerek gelen mesleki normlar tarafından sıkıca denetlenmesi gerektiğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. AKP’nin yarattığı toplumsal, ekonomik, kültürel, hukuki ve politik tahribatın tamiri için, kamuoyunu samimiyetle harekete geçirebilecek bir medya yapılanmasına ivedilikle ihtiyaç olduğu ortada. Bunu gerçekleştirmek için iktidarın ele geçirilmesini beklemenin beyhude olduğu yapılan son seçimlerle ortaya çıktı. Kaldı ki, modern toplum içindeki tüm toplumsal mücadelelerin başlıca aracı zaten süreli yayınlar olmuştur. Adil bir süreli yayın sisteminin kurulması, despotlarla mücadele edilirken de mümkün olabilir. Bunun örnekleri tarihte var, bugün de olmaması için bir neden yok. Bunun için modern yurttaşın ticari süreli yayınlarla kurduğu tuhaf ve çelişkili ilişkiyi kırıp, haber alma hakkına sahip çıkmanın bedel ödemekten geçtiğine ikna etmek gerekir. Muhtemelen yalanlarla avutulan ve bu avuntunun kendini sonsuz bir kıskaca aldığını fark eden yurttaşlar gerçek haberlere, hayatını yakından ilgilendiren olayların ve olguların sahici bilgisine ihtiyacı olduğunu pek yakında anlayacaktır.


[1] um:ag Genel Yayın Yönetmeni, Serbest Akademisyen

[2] Michael Schudson (2022), Gazetecilik Neden Önemli? (Çev. Gülseren Adaklı), Ankara: um:ag Yayınevi, s. 1.

[3] Frederic Barbier ve Catherine Bertho Levenir (2001), Diderot’dan İntirnete Medya Tarihi, (Çev. Kerem Eksen, İstanbul: Okuyanus, s. 157.

[4] James Curran, ve Jean Seaton, (2010). Power without Responsibility: Press, broadcas­ting and the internet in Britain, 7. Baskı, Routledge, Londra ve New York, s. 24.

[5] Lippmann, W. (2020). Kamuoyu, Orhun Doğuş Yılmaz (Çev. Ed.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi, s. 306-307.

0 yorum
0

Yorum Yapın