Anasayfa Analiz Rapor: Medyanın Enkazı: 2023 Kahramanmaraş Depremlerinin Gazete Haberlerinde Çerçevelenmesi

Rapor: Medyanın Enkazı: 2023 Kahramanmaraş Depremlerinin Gazete Haberlerinde Çerçevelenmesi

, admin

Vahdet Mesut Ayan – Emre Tansu Keten

Bu rapor Hollanda Büyükelçiliği MATRA desteğiyle hazırlanmıştır.

Türkiye’de afetler ve gazetecilik
Afet ve gazetecilik ilişkisi düşünüldüğünde, Türkiye tarihinde akla ilk olarak 1999 Marmara Depremi ve bu deprem sonrasında anaakım medyanın gösterdiği habercilik performansı gelmektedir. Bunun başlıca sebebi, bu depremin ülke tarihinin can kaybı açısından en büyük depremlerinden biri olması ile alışılmışın dışında bir örnek olarak, medyanın deprem öncesinde, sırasında ve sonrasında ihmali olan aktörleri açık olarak eleştirmesidir. Cumhuriyet tarihi boyunca meydana gelen birçok afette basının tercihi, afetlerin sonuçlarına odaklanıp, bu sonuçlara yol açan uygulamaları araştırmamak olmuştur. 1999 Marmara Depremi’nde medyanın farklı bir tavır almasının, aşağıda açıklayacağımız gibi birçok nedeni vardır. Ancak bu aşamada, 1999’da, geçmiş yıllara nazaran deprem üzerine bilimsel araştırmaların oldukça gelişmiş, bina yapımında ve arazi koşullarının tespit edilmesinde teknik bilginin ve yöntemlerin ilerlemiş olmasının, yani depremlerin olmasa da bunların yaratacağı hasarların öngörülebilir hale gelmesinin temel bir etken olduğunu hatırlatmak gerekmektedir. Bu bilimsel ve teknik gelişmelerin, afet üzerine çalışan gazetecilerin, araştırmalarında kullanacakları, veri setini de güçlendirdiği söylenebilir. Yirmi bine yakın can kaybına yol açan Marmara Depremi, deprem riskinin ve olası sonuçlarının konuşulduğu böyle bir dönemde, 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelmiştir. Hükümetin ve resmî kurumların, öncesinde gerekli önlemleri almayarak, sonrasında ise arama kurtarma ve yardım çalışmalarını organize edemeyerek etkisiz bir konuma sürüklendiği depremde, gazeteler öncelikle, daha yüksek kâr hırsı nedeniyle, yıkılmaya müsait binalar inşa eden müteahhitleri, sonrasında ise bütün bu başlıklarda görevini yerine getirmeyen hükümeti ve devlet kurumlarını eleştirme yoluna gitmiştir. Örneğin, depremin hemen sonrasında Hürriyet gazetesi “Katiller” manşeti atarak açık bir şekilde “hırsız” ve “vicdansız” olarak nitelediği müteahhitleri suçlamıştır. Depremde can kaybının ciddi oranlara ulaşmasında baş sorumlu olarak müteahhitleri gören bu söyleme diğer gazete ve televizyonların da katılmasıyla, müteahhitlerin usulsüzlükleri ve suç teşkil eden eylemleri kamuoyunun dikkat kesildiği bir olgu haline gelmiş, depremin üzerinden yıllar geçmesine rağmen müteahhitlerin yargılandığı davalar medya ve kamuoyu tarafından takip edilmiş ve gündemde tutulmuştur.

Bunun yanı sıra, medya depremin ağır bir insani bilançoyla sonuçlanması konusunda müteahhitlerin yanında siyasi erki ve kamu görevlilerini de eleştirmiştir. Bazı günlük gazetelerin depremi izleyen günlerdeki manşetleri şu şekildedir: “Devlet, Olması Gereken Yerde Yoktu” (Cumhuriyet, 18.08.1999), “Nerede Bu Devlet”, “Bilimsel çalışmalar yapıldı, eksiklikler belirlendi ama önlem alınmadı. Temelsiz güvenceler, boş sözlerle, devlet milleti enkaz altında bıraktı” (Milliyet, 19.08.1999 ve 24.08.1999), “Devlet Hazırlıksız Yakalandı” “Ne Diyor Bu Adam” (Sağlık Bakanı kastedilerek), “Sağlık Bakanına Tepki Çığ Gibi: KES SESİNİ” (Hürriyet, 19.08.1999, 23.08.1999 ve 24.08.1999) (Koç, 2006: 103). Afet gibi durumlarda, afetten etkilenen insanlara öncelikli olarak yardım ulaştırmakla görevli Kızılay da deprem sonrasında anaakım medya tarafından üretilen eleştirilerin hedefi olmuştur: “Kızılay da Varmış?: Depremin ilk günlerinde adı bile duyulmayan, çocukluğumuzda kara gün dostu diye ezberlediğimiz Kızılay tehlike geçtikten sonra ortaya çıktı (Milliyet, 21.08.1999) (Kolukırık ve Tuna, 2009: 292).

Bu manşetlerin gösterdiği gibi, dönemin anaakım medyası, 1999 depreminde ortaya çıkan büyük insani bedelin sorumlularını eleştirme yoluna gitmiştir. Deprem öncesinde, insan hayatını hiçe sayan binalar yapan ve kâr güdüsünü her şeyin önüne koyan müteahhitler ve bunları denetlemeyen, depreme ve deprem sonrasına yeterli hazırlık yapmayan kamu otoriteleri eleştiri konusu olmuştur. Deprem sırasında ve sonrasında arama kurtarma çalışmalarını yeterli düzeyde hayata geçiremeyen resmî kurumlar, sağlık alanındaki ihtiyaçların karşılanması için gerekli adımları atamayan Sağlık Bakanlığı, yardım çalışmalarını organize edemeyen Kızılay ve bütün bunların üstünde yer alan hükümet anaakım medya tarafından, ödenen insani bedellerin baş sorumlusu olarak işaret edilmiştir.

Anaakım medyanın 1999 Marmara Depremi’ne dair eleştirel haberlerinin, depremden zarar gören ve ileri tarihteki olası depremlerden zarar görme riski altında yaşayan insanların çıkarlarını, yani kamusal çıkarları, savunduğu söylenebilmektedir. Ancak medyanın aldığı bu tutumu, dönemin siyasi ve ekonomik dinamikleriyle birlikte düşünmek gerekmektedir. O dönemin, üç partiden oluşan ve oldukça kırılgan koalisyon hükümeti, birkaç holdingin elinde tekelleşmiş medya ortamı, temel olarak başka sektörlerde yatırımları bulunan bu medya sahiplerinin ellerindeki gazete ve televizyonları siyasi ve ekonomik çıkarları için araçsallaştırmış olması ve bu araçların dönemin koşulları gereği, siyasiler ve siyaset üzerinde oldukça etkili olması, medyanın bu depremi eleştirel bir şekilde ele almasına neden olmuştur. Öyle ki, bu koşulların kırılganlığı, çok geçmeden koalisyon hükümeti içerisinde derin krizlerin doğmasına neden olmuş, depremin ardından gelen ekonomik krizle birlikte, 2002 yılında iktidar ortağı bütün partilerin meclis dışında kaldığı yeni bir siyaset sahnesi ortaya çıkmıştır.

Medyanın 1999 Marmara Depremi’ne ilişkin eleştirel haberciliğinin sınırları olduğu da unutulmamalıdır. Depremin ardından bir süre eleştirel dozu yüksek bir habercilik pratiği ortaya koyan anaakıma dahil gazeteler, çok geçmeden, afetin büyüklüğüne ve yıkıcılığına odaklanan, depremi “Asrın Felaketi” olarak kodlayan (Hürriyet, 19.08.1999), resmî açıklamalara ve resmî kurumların çalışmalarına daha fazla yer veren, bunun yanında depreme yönelik dini söylemleri daha görünür hale getiren haberler de yayımlamaya başlamıştır (Koç, 2006: 92). Burada amaç, eleştiri konusu edilen hükümeti hedef alırken, hükümetten ayrı bir varlığı olduğu düşünülen devletin yıpranmasına izin vermemektir. Devlet otoritesinin ciddi bir sınamadan geçtiği afet döneminde anaakım medya, eleştirisinin sınırlarını titiz bir şekilde çizmiş, böylece hükümeti de kapsayan, ancak daha büyük kümeye denk gelen devlet otoritesini karşısına almama yoluna gitmiştir.

Bunun yanı sıra anaakım medyanın, bu depremde, sonraki afetlerde sıklıkla karşımıza çıkan kötü gazetecilik pratiklerini de yaygın olarak ürettiğini, hatta bu konuda, kendisinden sonraki habercilik pratikleri için öncü ve örnek bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Yaşanan acıların bir gösteri olarak kurgulanması anlamında dramatizasyon, bilgilendirme amacından ziyade duygusal bir etki yaratma hedefinin öncelikli hale gelmesi, arama kurtarma çalışmalarının ve “mucize kurtuluş” haberlerinin magazinel bir çerçeve içerisinde sunulması bu kötü gazetecilik pratikleri arasında sayılabilmektedir.

1999 Marmara Depremi, afetlerin haberleştirilmesi konusunda başka bir yeniliğe daha vesile olmuştur. Bu da, sonraki yıllarda neredeyse bir kural haline gelen, bilim insanlarının medyatikleştirilmesidir.Bu depremle birlikte, geçmişteki benzer olayların aksine, deprem konusunda çalışan bilim insanları gazete ve televizyonlarda daha sık görünür, görüşleri çok daha fazla insana ulaşır olmuştur (Koç Akgül, 2017: 33). Karmaşık bilimsel yöntem ve araştırmaları, kitlesel ölçekte anlaşılır bir şekilde anlatma çabasındaki bilim insanları, meydanın kendilerine yönelik ilgisi sonucunda popüler figürler haline gelmiştir. “Deprem Dede” olarak anılan Ahmet Mete Işıkara ve bilimsel uzmanlık alanı dışındaki eylemleriyle de gündem olan Şener Üşümezsoy bu popüler ve medyatik bilim insanları arasında sayılabilir.

Genel olarak değerlendirdiğimizde, 1999 Marmara Depremi’nde ortaya konulan habercilik pratikleri, eleştirel habercilik örnekleriyle değil tamamen olumsuz özellikleriyle, 1999 sonrasındaki afet haberciliğinin genel çerçevesini belirlemiştir. Siyasi ve ekonomik seçkinlere yönelik eleştirel bakışla simgelenen dönemin olumlu habercilik pratiklerinin kendisinden sonra gelen afet haberleri üzerinde etkili olamamasının temel sebebi ise, 2002 ile birlikte iktidara gelen AKP’nin, zaman içerisinde, medya üzerinde hâkimiyet kurmasıdır. Örneğin AKP iktidarı döneminde ilk büyük afet olarak anabileceğimiz 2011 Van Depremi’nde, 1999 Depremi’nin aksine, hükümeti ve resmî kurumları eleştiren, bunların sorumluluğuna işaret eden bir habercilik pratiği sergilenmemiş, eleştirel bakış, “muhalif medya” olarak anılan az sayıdaki gazete ile sınırlı kalmıştır.

Bu açıdan baktığımızda, 2011 Van Depremi’nin Türkiye medyasında afet haberciliği açısından başka bir öncü ve örnek rol oynadığını söyleyebiliriz. Bu rol, Van Depremi’nden sonra gerçekleşen bütün afetlerde, Soma Katliamı gibi kitlesel iş cinayetlerinde ve COVID-19 gibi salgın hastalık örneğinde tekrar eden bir şablon üretmiştir. Bu şablon doğallaştırma, dramatizasyon, duygusal etki yaratmayı hedefleme, “mucize kurtuluş” odaklı hikâyeleştirme, siyasi iktidarı ve resmî kurumları savunma, bilgi tekelini resmî kurumlara ve bunların temsilcilerine verme ve bir kişiyi ya da bir grubu düşmanlaştırma ve fail gösterme şeklinde işlemektedir. Görülebileceği gibi, bu özelliklerin bir kısmı 1999 Marmara Depremi’nden sonra gelişen kötü habercilik pratiklerinin devralınması anlamını taşırken, diğerleri ise dönemin medya-siyaset ve medya-sermaye ilişkilerinden doğmuş ve sonrasında kalıplaşacak özelliklerdir.

600’e yakın insanın hayatını kaybettiği 2011 Van Depremi, tam da bu şablon uyarınca, sorumlular ve ihmaller değil, yaşanan acılar, mucize kurtuluş hikâyeleri, resmî kurumların bu süreçteki eksiksiz çalışmaları üzerinden haberleştirilmiştir. Öyle ki, depremin ardından gazetelerin en çok yatırım yaptığı imge, 13 yaşındaki bir çocuğun enkaz altından çıkartılmadan önce çekilen fotoğrafıdır. Gazetelerin günlerce manşetten yayımladığı bu fotoğrafta, yüzü gözü toprak içinde kalmış Yunus isimli çocuk enkazdan çıkartılmayı bekler ve kaygılı gözlerle etrafındaki insanlara bakarken, hayatını kaybeden bir yakınının eli omzunda sallanmaktadır. Medya bu fotoğrafta, depremin kendisine yüklediği sorumluluklardan kurtulma, yüzlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açan afeti öncesi ve sonrasıyla araştırma görevinden sıyrılma fırsatı yakalamış ve deprem haberlerini dramatizasyon açısıyla çerçevelemiştir.

Bunun yanında Van Depremi’nin ardından gelişen nefret söylemi ve nefret suçlarında da medya pay sahibi olmuştur. Deprem öncesinin siyasi atmosferinde, siyasi aktörler ile medya seçkinleri eliyle yükseltilen ayrımcı ve kutuplaştırıcı dil, deprem sonrasında içerisine taş ve sopa konulan kolilerin yardım adı altında Van’a gönderilmesiyle vücut bulmuştur (Çoban Keneş, 2011: 67). Hiç şüphesiz, deprem sonrasında yaşananlara üzüldüğünü, “doğuda da olsa” vurgusuyla paylaşan ve depremzedelerin hadlerini bilmesi gerektiğini vurgulayan haber spikerleri ile gazetelerin kullandığı seçici dilin bu nefret suçlarının hayata geçmesini kolaylaştıran bir etkide bulunduğu söylenebilmektedir (Kaya, 2020: 168). Yetersiz arama kurtarma ve yardım çalışmalarını spontane bir şekilde protesto eden Van halkı, bu eylemi nedeniyle hadsizlikle itham edilirken, Van Büyükşehir Belediyesi ve yönetimde olan Barış ve Demokrasi Partisi ise bu çalışmalara köstek olmakla suçlanmıştır. Funda Kaya (2020: 168), Yunus’un fotoğrafını bu bağlam içerisinde şöyle değerlendirmektedir:

Ayrımcı dilin tırmandığı ve nefret söylemine evrildiği bir ortamda objektife bakan iki siyah gözün kitleleri acıma, acıyı paylaşma, merhamet gibi duygulanım alanlarına davet eden bir işlevi olduğu söylenebilir. Yunus, Birgitta Höijer’in (2004) “ideal kurban/mağdur” (ideal victim) tarifine uyan, fakir ve kalabalık bir ailede yaşayan, göçük altında canlı olarak kurtarılmayı bekleyen ve yoğun çabalar sonucu kurtarıldıktan sonra ambulansta hayatını kaybeden genç bir depremzedeydi…

30 Ekim 2020 tarihinde meydana gelen ve 117 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan İzmir Depremi’nin ardından da, habercilik açısından benzer bir tablo ortaya çıkmıştır. Sabah, Yeni Şafak, Türkiye gibi gazeteler, arama kurtarma çalışmalarına, “mucize kurtuluş” haberlerine ve siyasi iktidar ile resmî kurumların açıklamalarına geniş bir şekilde yer vermiştir. Özellikle bu depremin ardından, İHH ve Beşir Derneği gibi siyasal İslamcı STK’ların arama kurtarma ekiplerinin başarısı, seçici bir şekilde ön plana çıkartılmış, bu ekiplerin enkaz altından her insan kurtarıldığında tekbir getirmesi örneğinde olduğu gibi, “mucize kurtuluş” hikâyeleri dini bir söylemle sarmalanmıştır. Bu gazeteler, kamu sorumluluğu ve deprem öncesi ihmaller ile ilgili bir haber yapmamış, kader ve güçlü devlet vurgusunu ön plana çıkartmıştır. Buna karşılık, Cumhuriyet, S.zcü ve Birgün gibi gazeteler ise kamu otoritelerini, depremden önce önlem almamak, yanlış imar politikası ve yetersiz denetim nedeniyle eleştirmiştir. Özetle, İzmir Depremi, medyanın kutuplaşmış ortamına uygun bir afet sonrası habercilik pratiğiyle karşılanmıştır (Kütükoğlu, 2021: 229).

28 Temmuz 2021 tarihinde Muğla ve Antalya’da başlayan ve günler süren orman yangınları ile bu yangınlar henüz devam ederken, 11 Ağustos’ta Batı Karadeniz’de meydana gelen ve 65 kişinin yaşamını yitirmesine yol açan sel felaketleri de son dönem yaşanan büyük afetler arasında sayılabilir. 2021 orman yangınları, beklenilebileceği gibi gazeteler tarafından önemli ölçüde haberleştirilmiş, ancak bu haberler iki temel tartışma etrafında şekillenmiştir. Birincisi, yangın söndürme uçaklarından sorumlu olan Türk Hava Kurumu’nun yeterli yangın söndürme uçağı filosuna sahip olmaması, elde olan uçakların ise bakımsız ve eski olduğu iddiası muhalif gazeteler tarafından sıklıkla işlenmiştir. Bunun üzerinden THK’nın siyasi tercihler sonucu ve liyakatsiz yöneticiler eliyle işlemez duruma getirildiği ileri sürülmüştür. İktidara yakın gazeteler ise bu eleştirilere, yangınlara yeterli uçak ve helikopterle müdahale edildiğini iddia eden haberlerle karşılık vermiştir. Örneğin Sabah gazetesinin 5 Ağustos 2021 tarihli manşeti şu şekildedir: “51 Helikopter, 20 Uçak Sahada.”

2021 orman yangınlarının haberleştirilmesi ile ilgili diğer bir başlık ise, bu yangınların doğal bir şekilde başlamadığı, terör örgütleri eliyle gerçekleşen sabotajlar olduğu yönündedir. İktidara yakın gazeteler, herhangi bir fail göstermeden ve kanıt sunmadan, belirsiz ifadelerle kaleme alınan haberlerle bu şüpheyi ön plana çıkartmıştır. İktidara muhalif olan Sözcü gazetesi de, benzer manşet ve haberlerle, bu yangınların “sabotaj koktuğuna” vurgu yapmıştır. Ancak Orman Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan rapora göre, 2021 orman yangınlarında böyle bir sabotaj izine rastlanmamıştır (Baykal Fide, 2022: 2120).

Benzer bir habercilik pratiği Batı Karadeniz’i etkileyen sel felaketinin ardından da gözlemlenmiştir. Muhalif gazeteler, iktidar partili belediye başkanları tarafından yönetilen selden etkilenen ilçelerde, can kayıplarının sorumlusu olarak yanlış yapılaşmayı ve dere yataklarının imara açılmasına imkân sağlayan yerel yöneticileri işaret ederken, iktidara yakın gazeteler ise selin olağanüstülüğüne, devletin afetin sonuçlarına yönelik başarılı müdahalesine ve birlik beraberlik söylemine öncelik vermiştir. Örneğin, Yeni Şafak 14 Ağustos’ta “Böylesini İlk Kez Gördük” manşetini atarken, aynı gün Diriliş Postası “Birlik Zamanı” manşetiyle çıkmıştır.

İktidara yakın medya, her iki afette de söndürme/kurtarma çalışmalarının haberleştirilmesine, siyasi iktidar başta olmak üzere resmî kurumların kamu sorumluluğunu eksiksiz bir şekilde yerine getirdiğinin vurgulanmasına, olası ihmal ya da suçların, devlet çemberi dışında, gerçekleştiğine ve devletin bunların hesabını soracağının güvencesinin verilmesine, bu afetlerin ardından yapılması gerekenin milli birlik ve bütünlüğün güçlendirilmesi olduğuna dair bir yayın çizgisi izlemiştir. Bunun yanında dramatikleştirme de, özellikle orman yangınlarında, bu gazeteler için önemli bir çerçeve olmuştur. Orman yangınları sırasında, Marmaris’te, itfaiye ekiplerine motosikletiyle su taşıyan, bu sırada kaza geçirerek alevlerin arasında kalan ve hayatını kaybeden Şahin Akdemir isimli gencin yaşadıkları, iktidara yakın gazeteler tarafından, Van Depremi’nde Yunus’un bir dramatizasyon nesnesi olarak kullanılmasına benzer bir şekilde, kahramanlık söylemiyle hikâyeleştirilmiştir. “Kahraman Şahin” manşetleriyle (Sabah, 31 Temmuz 2021) öne çıkartılan bu gencin hikâyesi, yangınların ve bu yangınlara yeterince müdahale edilememesinin sebeplerinin üzerine bir mit olarak örtülmeye çalışılmıştır. Buna karşılık, muhalif medya olarak anılan küme içerisinde yer alan gazeteler hem deprem hem de sel afetlerinde, afet öncesinde ve sonrasında alınmayan önlemleri, afetlerin sonuçlarını büyüten etkenleri, afetlerin sonuçlarına müdahale konusunda yaşanan eksiklikleri önceleyen bir yayın çizgisi izlemiştir. Ancak Baykal Fide’ye (2022: 2122) göre Bianet gibi birkaç örnek dışında, medya kuruluşlarının neredeyse tamamı, bu afetler ile iklim değişikliği arasında bir bağlantı kurmamıştır. Uçak sayısı, sabotaj, arama kurtarma ve söndürme çalışmaları ile çerçevelenen haberler, yangın ve sellerin öncelikli nedeni olan iklim değişikliğini ve buna karşı alınması gereken önlemleri görmemeyi tercih etmiştir. Son yirmi beş yıllık dönemde, gazetelerin afetleri haberleştirme pratikleri genel olarak ele alındığında, birkaç nokta öne çıkmaktadır:

1. 1999 Marmara Depremi’nde görülen, kamu otoritelerine yönelik eleştirel bakış açısının oldukça zayıflaması ve AKP döneminde muhalif medya olarak az sayıda medya kuruluşuyla sınırlı kalmasıdır. 2000’lerle birlikte, siyasi iktidarın ve resmî kurumların, görev ve sorumlulukları üzerinden, eleştirilmesi istisnai bir durum haline gelmiş, aksine siyasi iktidar sözcülerinin söylemlerinin yaygınlaştırılması normalleşmiştir.

2. 1999 Marmara Depremi’nde gördüğümüz gibi, medya tarafından hükümet ile devletin birbiriyle iç içe geçen ama ayrı olgular olarak ele alınması yaklaşımı da bu yıllarda terk edilmiş, yeni oluşan medya alanının mutlak çoğunluğu, AKP hükümeti ile devleti özdeş gören, bu açıdan devletin “kutsallığını” siyasi iktidar için de geçerli kılmaya çalışan bir çizgiye geçmiştir.

3. 1999 Marmara Depremi’nin ardından karşımıza çıkan dramatizasyon, duygulara seslenme, medyatikleştirme gibi kötü habercilik pratikleri bu tarihten sonra kalıcı bir nitelik kazanmıştır. Bu anlamda Türkiye’de afet haberciliği belli başlı niteliksiz kalıplarla özdeş hale gelmiştir.

4. 1999 depremiyle birlikte ortaya çıkan bilim insanlarının medyatikleşmesi olgusu, ilerleyen yıllarda yaygınlık kazanmıştır. Bilim insanlarının görüşleri, afet sonrası dönemlerde, yaygın olarak haberleştirilirken, bilimsel temellere dayanan haber üretimi gelişmemiş, bilim iletişimine ve bu konuda uzmanlaşmış nitelikli muhabirlere gereken önem verilmemiştir.

5. Bir önceki maddeyle bağlantılı şekilde, muhalif medya olarak anılan gazetelerin, afet sonrası haberciliği, genel muhalif yayın çizgisinin bir devamı olarak kurgulanmış, bu gazeteler de, kaynak yokluğu başta olmak üzere, çeşitli sebeplerle nitelikli bir afet haberciliği ortaya koyamamıştır.

0 yorum
0

Yorum Yapın