Nehir Durna
Bu rapor Hollanda Büyükelçiliği MATRA desteğiyle hazırlanmıştır.
Toplumsal olarak inşa edilen rol kalıpları çerçevesinde toplumsal cinsiyete ilişkin belirli tanımlamalar yapılmaktadır. Bu tanımlamalar medya dolayımıyla yeniden inşa edilmekte ve belli anlamlar doğallaştırılmaktadır. Kadın sporcuların yer aldığı haberlerde, toplumsal cinsiyet vurgusuna baktığımızda toplumsal cinsiyet rollerinin ve “zorunlu heteroseksüelliğin” baskın olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye kadın milli voleybol takımı oyuncusu Ebrar Karakurt, Ağustos 2021 tarihinde sosyal medya hesabı üzerinden partneri ile fotoğrafını paylaştıktan sonra homofobik linçe maruz kalmıştır.[1] Akabinde #EbrarKarakurtYalnızDeğildir[2] etiketi ile sosyal medyada büyük bir destek kampanyası başlamıştır.[3] Türkiye Voleybol Federasyonu da bu süreçte milli sporcuyu desteklemiştir.[4] Ebrar Karakurt, hakkında çıkan haberlerden sonra Dünya Şampiyonası’nda aldığı “En İyi Smaçör” ödülünü, sosyal medya hesabından Athena grubunun “Ben Böyleyim” isimli şarkısıyla paylaşmıştır.[5]
Alternatif Bilişim Derneği’nin “İnternet Ortamında Nefret Söyleminin Varlığı” başlıklı 2013 yılı raporu LGBTİ’lere dönük internetteki nefret söylemini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Medya izleme gruplarının raporlarında da görülmüştür ki, LGBTİ’lere yönelik nefret söylemi ülke gündemine bağlı kalmaksızın sürekli olarak, özellikle muhafazakâr medyada kendine yer bulabilmektedir. Buna, müdahale edilmeyen okur yorumları da eklendiğinde, LGBT’leri hedef alan nefret söyleminin hem sayı hem de şiddet bakımından ciddi boyutlarda olduğu söylenebilir.[6] Bu çalışmada da Ebrar Karakurt örneği üzerinden spor basınında toplumsal cinsiyetin nasıl temsil edildiği, hangi söylemlerle kurulduğu, nefret söyleminin ve hak ihlallerinin nasıl
yaygınlaşarak doğallaştırıldığı üzerinde durulacaktır. Bu amaçla Yeni Akit, Hürriyet ve Birgün gazetelerinin internet sayfalarında yer alan, Ebrar Karakurt’un sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarla başlayan ve sporcunun cinsel eğilimi nedeniyle hedef haline getirilmesi sürecini kapsayan 2021-2023 tarihleri arasındaki haberler seçilmiştir.
Kuramsal tartışma
Medyanın en büyük kültürel işlevlerinden biri başkalarının hayatlarını algıladığımız ve onların dünyaları ile bizimkileri bir bütün halinde, hayali olarak yeniden inşa ettiğimiz toplumsal bilginin ve imgenin sağlanması ve “seçmeci olarak yeniden inşa edilmesidir” (Hall, 1994b: 201). Ebrar Karakurt örneğinde, uluslararası düzlemde “Türkiye’yi temsil eden” başarılı bir sporcunun cinsel kimliğini özgürce ifade etmesi AKP iktidarı ile birlikte yeniden inşa edilmeye çalışılan “yerli, milli, muhafazakâr” kadın imgesi ile örtüşmemektedir. Bu nedenle sosyal medya üzerinden başlayan ve Karakurt’a karşı giderek büyüyen nefret söylemi muhafazakâr çevreler tarafından desteklenmiş, hatta tetiklenmiştir. “Hegemonya çoğunluğun kendisini ikincil konuma koyan sisteme rızasının sürekli biçimde kazanılmasını ve yeniden kazanılmasını içerir” (Fiske, 1996: 225). Temel hegemonyacı stratejilerden biri de ortak duyunun inşa edilmeye çalışılmasıdır. Medya bu işlevin yerine getirilmesinde büyük payı olan bir araçtır. Bu ortak duyu çerçevesinde farklı anlamlar üretilmesi engellenir. Örneğin, medyada meclisteki kadın milletvekillerinin gerçekleştirmek istedikleri icraatlardan ya da başarılarından söz etmek yerine nasıl giyindikleri ve güzelliklerinden söz edilmesi onların başarılı, kariyer sahibi ve önemli bireyler oldukları gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Bu da toplumda egemen olan cinsiyetçi bakışın yeniden üretilerek dolaşıma sokulduğunun ve farklı anlamlar üretilmesinin engellendiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Tıpkı Ebrar Karakurt’un başarılı bir sporcu olmasından ziyade cinsel eğiliminin gündeme gelmesi gibi.
Toplumsal cinsiyet kavramı, kadın ve erkek arasında biyolojik ve genetik farklılıklar dışında toplum tarafından oluşturulan ve cinsiyet rollerinin de bu toplumsal farklılıklar etrafında şekillendirildiği ayrımları ifade etmektedir. Toplumsal olarak sürekli yeniden üretilen rol kalıpları çerçevesinde toplumsal cinsiyete ilişkin belirli tanımlamalar yapılmaktadır. Yapılan bu tanımlamalar medya dolayımıyla yeniden kurulmakta ve belli anlamlar sabitlenmeye çalışılmakta, doğallaştırılmaktadır.
Batılı feminist söylem kadın kimliğini “beyaz, orta sınıf, yüksek tahsilli ve genelde heteroseksüel olmak” üzerine inşa etmiştir. (Schroeder, 2007:64) Feminist çalışmaların dünyada yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte, kendi sorunlarının bu kadın kimliğinin çerçevelediği özgürlük hareketi içerisinde temsil edilmediğini gören kadın grupları batılı feminist söylemin inşa ettiği bu kadın kimliğini sorgulamaya başlamışlardır. Tartışmaların yaygınlaşmaya başlaması ile birlikte bazı feministlerin de kadınların yaşadıkları baskı ve sorunların evrensel olmadığını kabul etmesiyle birlikte kadınların dil, etnisite, kültür gibi farklılıkları, yapılan araştırmalarda önemli bir unsur haline gelmiştir. Farklı etnisiteye sahip ve farklı kültürlerden gelen kadınların sorunlarının da farklı olduğu anlaşılmış böylece toplumsal cinsiyet ve eşitsizlik gibi konular uluslararası ölçekte büyük önem taşımaya başlamıştır. Bu noktada, batılı feminist kuramlar ile batı dışında gelişen feminist kuramlar etkileşim içine girmiş ve bu etkileşim de çalışmalarına yansımaya başlamıştır.
Farklı sınıf ya da etnisiteye mensup kadınların, kendi gündem ve sorunlarının feminist tartışmalar içinde yer alması için verdikleri mücadele sonunda kadınlar arasındaki farklılıklar ve kadın kimliği konuları feminist psikanalist yaklaşımdan edebiyat, sosyal bilimler, felsefe gibi konulara kadar geniş bir yelpazede incelenip, ele alınmıştır. Freud’un psikanaliz alanında yaptığı çalışmalar, Luce Irigaray’ın kadın tasvirleri üzerine çalışmaları, Helene Cixous’un kadın yazın kuramına yaptığı vurgu önemlidir.
Kadın ve erkek arasındaki farklılığın doğal mı yoksa kültürel mi olduğu konusunun 1980’lerden bu yana özcü (essentialist) ve özcülük karşıtı (anti-essentialist) tartışmalar etrafında gündeme geldiğini görmekteyiz.
Özcü yaklaşımın “biyoloji” vurgusunun güçlü olduğu açıktır. Özcü yaklaşımın vurguladığı biyoloji, patriarkal düşüncenin kendine ifade alanı bulduğu en önemli alanlardan biridir. “Tıbbın bilimselliğinden güç alan patriarkal düşünce” kadını ikincil konuma yerleştirirken meşruluğunu onu gövdenin alanına hapsederek gerçekleştirmiştir. Çünkü kadın gövdesi aklın kontrolünde olmayandır. Kadının cinselliği ve doğurganlığı kadınlığı tanımlayan temel özellik olmuştur. Bu sayede “erkek zihinsel olanla kadın ise gövdesel olanla özdeşleştirilmiştir” (Yeğenoğlu, 1997a: 193).
Özcü yaklaşımı eleştiren, kadınlığın ve erkekliğin doğa tarafından belirlenmeyip toplumsal olarak inşa edildiği üzerinde duran özcülük karşıtı yaklaşım, post-yapısalcı kuramlardan yararlanmaktadır. Feminist post-yapısalcıların öznelliğe yaklaşımı özcü tartışmalara karşı çıkış niteliğindeydi. Feminist post-yapısalcıların bu yaklaşımı, kadın ve erkek gibi kategorilerin doğa tarafından belirlenmeyip, kültürel ve toplumsal olarak inşa edildiğini, kültürden kültüre farklılık gösterdiğinin altını çizmektedir.
Connell, cinsiyet rolleriyle ilgili metinlerin her zaman “cinsiyet kalıplı süslenme” hakkında -makyaj, kıyafetler ya da saç biçimi- bilindik bir tema işlediğinden söz eder. Böylece kadın ve erkek arasındaki doğal farklılık toplumsal olarak işaretlendiğine dikkat çeker. Her zaman “Genç kızlar süslü elbiselerin içine, genç erkekler de koşu şortlarının içine” yerleştirilmektedir. Bu durumda Connel şu soruyu sorar; eğer kadın ve erkek arasındaki farklılık doğalsa, yani biyolojik ve genetik ise, böylesine yoğun bir biçimde işaretlenmesine neden gerek duyulmaktadır? Connell, bu sorunun yanıtını ararken, giyinme, süslenme gibi toplumsal pratiklerin toplumsal cinsiyetin toplumsal tanımını korumaya yönelik olduğunu, biyolojik temelli bir mantığın toplumsal cinsiyet kategorilerini ayakta tutmaya yetmeyeceğinin altını çizmektedir. (Connell, 1998: 117-119)
Agacinski, kadın ve erkek arasındaki farklılığın toplumsal olarak inşa edildiğini vurgular. “Her cins ‘sakat’tır, her cins, öteki cins olmamaktan kaynaklanan hadımlık karmaşası yaşar”. (1998: 44). Agacinski’ye göre aslında insanda temel bir eksiklik mevcuttur, ancak bu cinslerin her birinin herhangi bir özelliğinin eksikliği değil sadece kadın ya da erkek olmaktan kaynaklanan bir eksikliktir. Agacinski kadın ve erkek arasındaki farkın, erkeğin normal, doğal olarak “özgür ve etken”; kadının ise doğası gereği “anneliğe ve edilgenliğe” mahkûm olmasıyla, daha başlangıçta oluşturulduğunu vurgulayarak, bu noktanın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” yargısının arka planını oluşturduğunu belirtmektedir. (55).
Toplumsal olarak inşa edilen cinsiyet rollerinin medyada nasıl yer aldığına baktığımızda Zoonen’in (2002: 504) şu vurgusu oldukça anlamlıdır; “medya araştırmalarında erkekler ve erkeklik görünmez olmayı başarmıştır, bu erkeklerin, iktidarı ellerinde tutabilmek için başvurdukları bir hiledir.” Kadınlar genellikle hayatın, tarihin dışındaymış gibi görünen yanını temsil etmekte daha çok aşk ve cinsellik anlamına gelmektedir. Daha doğrusu bu anlama gelecek biçimde temsil edilmektedir. Kadının aşk ve cinsellik anlamına gelmesi, kadının toplumsal alandaki tahakküm ilişkilerindeki konumuna dair ipuçları verir. Bu tahakküm ilişkisindeki erkeğe dair simgeler ise genellikle “para, iş, sınıf ve siyasettir.” (Williamson, 1998: 139).
Medyada kadının nasıl temsil edildiğine farklı program ve yayın türlerinden örnekler vererek değinmek gerekirse; kadının medyada genel olarak anne, eş, cinsel obje ve şiddet mağduru gibi rollerle temsil edildiğini söylemek mümkündür. Medyada toplumsal cinsiyete dair başat tanımlamaların yeniden üretildiğinin en önemli göstergelerinden biri de kadının iyi bir eş, başarılı bir anne ve iyi bir ev hanımı olması gerektiği ile ilgili söylemlerin yer almasıdır. Bu temsil kalıpları dışında yer alan mesleğinde başarılı, idealist kadınlar ise marjinal ya da “kötü kadın” olarak medyada temsil edilmekte, “namuslu kadın” “kötü kadın” ayrımı yapılmaktadır. Kendini kocasına ve çocuklarına adayan, yemeğini pişiren, evini temizleyen kadın “namuslu kadın” “iyi kadın”, kariyerine önem veren, özgür, bağımsız kadın ise “kötü kadın” olarak temsil edilmektedir. Çünkü, kadın mesleğinde başarılı olsa dahi eş ve anne olarak görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür. Ya da kadın iş yaşamında kendisine uygun olan işlerde (öğretmen, sekreter, banka memuru gibi) çalışmalı böylece ailesine ve kocasına daha fazla zaman ayırabilmelidir. Kadının cinsel nesne olarak sunumuna ise medyada her alanda rastlamak mümkündür. Özellikle reklamlarda kadın bedeni sıklıkla kullanılmakta ve kadın erkeğin bakışının nesnesi haline getirilmektedir.
Kadının cinsel nesne olarak en fazla sunulduğu alanlardan biri olan reklamlarda ise belirgin bir kişiliği ve özelliği olan kadın yerine, her kadının kendisi için düşleyebileceği zengin, bakımlı, güzel, genç yeni bir kadın tipi yaratılmaktadır. Hatta çoğu zaman bu kadınlar sanatsal biçimde özel fotoğraf teknikleri ile farklı biçimlerde görüntülenmektedir. Böylece kadın “gerçekliğin değil düşlerin öznesi” olarak sunulmuş olmaktadır (Kıran, 2000: 16)
Kadınların şiddet eylemlerinin hedefi olarak, haber bültenlerinde ve çeşitli program türlerinde temsil edildiğini söylemek mümkündür. Medyada, genellikle kadınların şiddete maruz kalma nedenlerini meşrulaştırma ve gerekçelendirme çabası vardır. Ayrıca kadınlara yönelik şiddetin haberlerde yer alma biçimi ise izleyiciyi şiddetin nedenleri üzerine düşünmekten alıkoymaktadır.
Kadınlar haber medyasında temsil edilirken ya yok sayılmakta ya da belirli biçimlerde temsil edilmektedirler. Kadınların görsel medyada yer alan haberlerde gazeteci ve haber kaynağı olarak temsilinde de ciddi yetersizlikler bulunmaktadır. “Kadınların haberlerde ele alınışlarında herhangi bir iyileşme olabilmesi için basit bir şekilde kadınların gazeteci olarak sayılarının artması ya da haberlerde daha çok yer almalarından öte, bir anlatı türü olarak haberde köklü değişikliklere gereksinim vardır” (Rakow ve Kranich, 2002: 516-517). Çünkü mevcut medya yapısı içinde kadınların yeterli, dengeli ve toplumsal cinsiyet rol kalıplarını yeniden üretmeyen bir şekilde temsil edilebilmesi imkânsızdır. Ancak bu imkânsızlığa dayanarak hiçbir şey yapmamak da doğru bir strateji olmaz. En azından hem okuyucuda hem de sektörde çalışan gazetecilerde haberlerin mevcut toplumsal cinsiyet eşitsizliğini nasıl yeniden ürettiğine ve pekiştirdiğine dair farkındalık yaratmak için eleştirel bir okuryazarlığın yaygınlaştırılması gerekir.
Medyada ağırlıkla yok sayma, önemsizleştirme, olumsuzlama, kurbanlaştırma ya da suçlama şeklinde (Cuklanz, 2006: 336) görülen kadına dair hâkim temsil biçimleri kadına yönelik şiddetin temsilinde de karşımıza çıkar. “Konuyla ilgili pek çok çalışmanın ortak temel vurgusu medyanın şiddete uğrayan kadınları, erkek egemen bir bakış açısıyla suçlayarak şiddeti haklılaştırdığıdır” (Altun ve Bek, 2007: 10-11).
Kadın sporcuların yer aldığı haberlerde toplumsal cinsiyetin nasıl vurgulandığını inceleyen çalışmalara baktığımızda toplumsal cinsiyet rollerinden zorunlu heteroseksüelliğin belirgin olduğu karşımıza çıkmaktadır. Kadın sporcuların yer aldığı haberlerde anne, babaanne, eş, kız kardeş ve ev kadını gibi toplumsal cinsiyet rollerinin kullanıldığını, haber metinlerinde kullanılan ve haberle ilişkili olmayan fotoğraflarda da yine toplumsal cinsiyet vurgusunun ön planda olduğunu söylemek mümkündür (Arslan ve Koca, 2006: 1).
Medyada Temsil Neden Bir Sorundur?
Medyada temsil edilen ve edilmeyen söylemlerin varlığından hareketle temsil konusunun bir “sorun” olarak ele alındığını söylemek mümkündür. Medyada çoğunlukla egemen söylemlerin temsiline yer verilmesi ve bu durumun özellikle toplumsal cinsiyet alanında baskın bir unsur olarak karşımıza çıkması temsil kavramının sorun olarak mevcudiyetini derinleştirmektedir.
Temsil konusuyla ilgili olarak, Hall, anlamların dil yoluyla kurulması nedeniyle “ideolojinin işlendiği temel ortamın dil ve bilinç pratiği” (Hall, 1994b:177) olduğunu belirtir. Hall egemen ideolojilerin medya söylemlerine nasıl nüfuz ettiği sorusunun yanıtını ararken, sembolik mesajların üretiminin geniş bir şekilde göstergelerin paylaşılmasından ibaret olan dilin aktarımına dikkat çeker. Geniş bir şekilde yorumlanarak her türlü kod paylaşımını “dil” olarak değerlendiren Hall, dilin temsil konusundaki önemini hatırlatır. Olumlusundan olumsuzuna her türlü temsil, mutlaka dil dolayımından geçer ve bu dolayım, özgürleştirmeye yol açabildiği kadar tahakkümü de mümkün kılar.
“Olaylar kendi başlarına anlam iletemez: Olayların anlaşılabilir kılınması gerekir ve toplumsal anlaşılabilirlik süreci tam da ‘gerçek’ olayları (ister gerçeklikten alınmış olsun, isterse kurmaca olsun) sembolik biçimde tercüme eden pratiklerden oluşur. Bu, kodlama dediğimiz süreçtir. Yani kodlama olaylara anlam yükleyen kodları seçmek, olayları kendilerine anlam yükleyen göndergesel bir bağlama yerleştirmek demektir” (Hall, 1994b: 204).
Hall’un üzerinde durduğu ve yukarıda söz edilen, metnin gerçekliği kurulurken dayandırılan “dilsel uzlaşım”lar, düz anlam ve yan anlam ayrımının önemini tartışmaya açmaktadır. Çünkü bizim dışımızdaki gerçeklik metinlerde dil dolayımıyla temsil edilirken, anlam olasılıkları teoride sınırsızdır. Ancak konuşmayı ve anlaşmayı mümkün kılan şey dil içinde anlamların sınırlanmasıdır. Eğer temsil sisteminin sınırsızlığı günlük kullanımda olsaydı bireylerin birbiriyle anlaşması mümkün olmazdı. Anlam sabitlenmesi ile anlam çoğulluğunun sınırsızlığının önüne geçilir ve “anlaşma” mümkün olur. Dolayısıyla Hall, anlamın temsil yoluyla inşa edildiğine vurgu yapmaktadır ve Hall’un bu vurgusu temsil konusu üzerinden medyadaki içeriklerin eleştirel analizi açısından önemlidir. Medyada haber metinleri yapılandırılırken tercih edilen sözcükler, özne ve fiil kullanımı, fotoğraf ve yazı puntosu seçimi bir bütün olarak anlamı inşa etmekte ve gerçekliği yapılandırmaktadır.
Bu çalışma kapsamında da Ebrar Karakurt’a yönelik nefret söyleminin spor basınında nasıl doğallaştırıldığı farklı siyasi ve ideolojik çerçeveye sahip gazeteler üzerinden incelenirken tek bir olayın nasıl farklı biçimlerde inşa edildiği örnekler üzerinden tartışılmaktadır. Bu bağlamda temsilin yalnızca, “sözlü, yazılı veya ikonik göstergeler kullanarak ‘gerçek’ maddi dünyada zaten mevcut olan şeyleri kodlayan ya da onları yansıtan bir süreç değil, tam da bu anlamlandırma sürecine anlam üreterek ve anlamların değişimine olanak sağlayarak katılan bir süreç” (Çelenk, 2005: 81) olduğu anlaşılmaktadır. Temsil kavramını farklı biçimlerde ele alan yaklaşımlar bulunsa da çalışma kapsamında temsil kavramı, inşacı temsil anlayışı bağlamında ele alınacaktır. Çünkü “medya toplumsal bilgiyi sağlar ve seçmeci olarak inşa eder; toplumsal hayatın çoğulluğunu sınıflandırır ve üzerinde düşünümde bulunur ve karmaşık, onaylanmış bir düzen inşa eder” (Hardt, 1994: 38) savından hareket edilmektedir.
Söylem kavramının yanı sıra medyada temsilin bir “sorun” olarak değerlendirilmesinin unsurlarından bir diğeri de ideoloji kavramıdır. Hackett, ideoloji kavramını üç farklı açıdan değerlendirerek ideolojinin, çerçeveleme, doğallaştırma ve özneleri çağırma, konumlandırma işlevleri olduğundan söz eder. Bir “çerçeveleme olarak ideoloji” kitle iletişim araçlarını ve özellikle haber medyasını göz önünde bulundurduğumuzda olayların sunulması esnasında egemen anlamlandırmalara öncelik veren temel ideolojik çerçeve olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani, bir olayın yalnızca iki tarafı olduğuna dair söylemler kitle medyasında yaygın biçimde karşımıza çıkmaktadır. Bu da bireyi iki kutuplu bir anlamaya yönlendirir. “Doğallaştırma olarak ideoloji” yine haber medyası göz önünde bulundurulduğunda bir olaya konu olan iki tarafın görüşlerine yer verilmesi sonuçta taraflardan birinin ideolojisinin doğallaştırılması olarak karşımıza çıkmaktadır. “Özneleri çağıran, konumlandıran ideoloji” kavramı ise; kişinin kitle iletişim araçlarından gelen iletiler karşısında özne olarak kurulmasını içeren süreçlere işaret eder. (Hackett, 1999: 49-55). Dolayısıyla özellikle spor basınının ırkçı, homofobik ve nefret içeren söylemleri üreten bir alan olduğunu düşündüğümüzde bu söylemlerin egemen anlamlandırmalar ile çerçevelendirildiğini, “doğallaştırma” yolu ile yeniden üretildiğini ve özne konumlarını belirlediğini söylemek mümkündür.
Hackett’ın ideoloji kavramına ilişkin söz ettiği bu üç yaklaşımın örneklerini haber medyasında farklı tür ve içerikteki haberlerde de görmek mümkündür. Özellikle erkek egemen bakış açısıyla üretilen cinsiyetçi haber içeriği örnekleri ideolojinin işlerken belli anlamları nasıl doğallaştırdığına örnek oluşturması bakımından önemlidir. Örneğin erkek egemen bakış açısı içinde kurulan anlamların medyada doğallaştırılmasının en yaygın örneklerinden biri töre cinayetlerine ilişkin haberlerde karşımıza çıkmaktadır. Töre cinayetlerine ilişkin haberlerde medyada üretilen anlam; “erkeğin kendi cinselliğine hâkim olamayacağı, buna karşın kadının olabileceği ve olmazsa, yani kendini erkekten sakınmazsa, bu durumdan sorumlu kişinin kadın olacağıdır”. Kadına cinsel şiddet uygulayan erkek, bu davranışının sorumlusu olarak gösterilmemektedir. Sorumluluk kendini erkekten sakınmadığı için kadına atfedilmektedir. Bu da erkek egemen ideolojinin ürettiği anlamların doğallaştırılarak dolaşıma girdiğinin göstergelerinden biri olarak okunabilir.
İdeolojiden ve kitle iletişim araçlarının ideolojik pratiklerinden söz ederken karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri de hegemonyadır. Hegemonya denildiğinde ilk akla gelen isim ise Gramsci’dir. Gramsci (1986), hegemonyayı “egemen iktidarın kendi yönetimi için, hakimiyeti altındaki insanların rızalarını kazanmada başvurduğu bütün pratik stratejiler alanı” olarak tanımlamaktadır. Hegemonya, devlet ile ekonomi arasındaki bütün aracı kurumların kastedildiği “sivil toplum alanı” ile ilişkilendirilmektedir. Özel televizyon kanalları, aile, anaokulları, ordu, gazeteler… bireyi egemen iktidara “baskıdan çok rıza ile bağlayan hegemonik aygıtlar” olarak görülmektedir. (Eagleton, 1996: 167) Gramsci (1986) “temel elemanları rıza ve ikna” olan hegemonyayı, “toplumda ezilen grupların rızasını almak isteyen güçlü grupların çabaları” şeklinde açıklamaktadır.
Gramsci’nin hegemonyayı devlet ile sivil toplum alanı ile ilişkilendirirken yaptığı bu ayrım Althusser’in ideolojik aygıtlar ile baskı aygıtları ayrımını çağrıştırır. Bilindiği gibi Althusser’e göre ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler genel olarak devletin baskı aygıtlarıdır. Devletin ideolojik aygıtları ise “birbirinden ayrı ve özelleşmiş kurumlar” biçiminde dolaysız olarak karşımıza çıkan medya, okul, aile, sendikalar, kilise gibi kurumlardır. Devletin baskı aygıtı zor kullanarak işlerken, devletin ideolojik aygıtları, ideolojiyi kullanarak işlemektedir. (Althusser, 1989: 33-35)
Medyayı devletin ideolojik aygıtları olarak değerlendiren Althussser’e göre egemen sınıfın ideolojisinin etkisinin en fazla görüldüğü yer de yine medyadır. Bu bağlamda, “devletin haber üretme aygıtı olarak tanımlanan ‘merkez medyanın’ toplum içindeki tahakküm kurma ve tabi olma oyununda ne kadar etkin bir rol oynadığı daha net anlaşılabilir” (Arsan, 2004: 159). Yani medya bir taraftan durum tanımları yapmakta ve anlam üretmekte diğer taraftan da bu tanım ve anlamları tekrar tekrar üreterek dolaşıma sokmaktadır. Yani egemen ideolojiler medya dolayımıyla yeniden kurulmaktadır.
“Haber medyasında, bilginin bu stratejik denetimi, kısıtlı başlık seçimi ve daha genel olarak toplumsal ve siyasal gerçekliklerin özgül yeniden inşaları yoluyla uygulanır. Bu sürecin kendisi çeşitli seçkin aktörlerin, kişilerin, grupların, sınıfların, kurumların, ulusların ya da dünya bölgelerinin çıkarlarına ağırlık verilmesini destekleme eğiliminde olan haber ve haber değeri hakkındaki mesleki ideolojiler sistemi tarafından yönetilir” (Van Dijk, 1994: 281).
Althusser’in üzerinde durduğu devletin ideolojik aygıtlarının nasıl işlediğinin anlaşılması bakımından, Sholle’nin (1994) televizyonun ideolojik olarak nitelenen pratiklerine yaptığı vurgu önemlidir. Sholle’nin televizyona özgü saptadığı bu pratiklerin günümüz medya endüstrisine ve kitle iletişim araçlarına genellenmesi mümkündür. Bu pratiklerden söz etmek, medyanın toplumsal bilgiyi nasıl inşa ettiğinin anlaşılması bakımından önemlidir. Sholle ilk olarak çökelme pratiğinden söz eder. Çökelme pratiği, “kendini gömülü bir ideoloji olarak depolayan söylemdir” (Sholle, 1994: 234). Sholle, çökelmiş ideolojilerin medyada “ardyöre” biçiminde bulunduğunu, medyanın ideolojik işlevlerinin de bu çökelmiş söylemlerin toplumsal yaşam içinde kendine yer edinebileceği bir alan oluşturmak ya da var olan alanı desteklemek olduğunu vurgular. (1994: 234- 235). Şeyleşme pratiği ise, var olanın doğallaştırılmasıdır. “Nesnelerin bilinçli yorumunun ve nesneleri belli bir algılama tarzının sabit kılındığı bir söylemdir” (1994: 236). Sholle’nin şeyleşme pratiğini ideolojinin işlerken belli anlamları doğallaştırma pratiği ile paralel düşünmek mümkündür. Uyarlama pratiği kitle iletişim araçlarının gerçekliğin “tek rasyonel söylem alanı haline geldiği bir görsel kültür” (1994: 236) yaratılma süreciyle ilgilidir. Yatıştırma pratiği, “yoğunluğu azaltmak, pasif kılmak ve susturmak” (1994: 237) olarak tanımlanır. Meşrulaştırma pratiği de resmi onayın verilmesi olarak ifade edilebilir. Bu pratiğin özellikle haber medyasında karşımıza çıktığını söylemek mümkündür. Özellikle “Televizyon haberleri, olayları bağlamından koparan nesnel ama birbiriyle bağlantısız olguların ve olayların toplamından ibarettir” (1994: 238). Bu da enformasyonun anlamlı bir bütün haline getirilebilmesinin önündeki bir engel olarak karşımıza çıkar. Depolitizasyon pratiği ise, “pratik sorunların kamusal tartışmadan dışlanması” (1994: 239) sonucu bireylerin kendi kültürlerini üretme yeterliliklerinin azaltılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Fosilleştirme pratiği ise, “değiştirme yetisinden yoksunlaştırma” (1994: 239) olarak ifade edilebilir. Son olarak üzerinde durulması gereken ters yönde tartışma pratiği ise medyanın kendi ürettiği çatışmalarla beslenmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. “Medya çoğulluğu sunar ama bunu yalnızca söz konusu farklılık ve alternatiflerden bir oydaşma meydana getirecek şekilde yapar” (1994: 239). Dolayısıyla medyanın ideolojik işlevleri tartışılırken, başat ideolojilerin medya dolayımıyla nasıl yeniden kurulduğu ve ideolojinin işlerken belli anlamları nasıl doğallaştırdığı, medyanın işleyiş pratiklerini anlamak ve değerlendirmek açısından önemlidir.
Spor Basınında Nefret Söylemi ve Siber Zorbalık
Avrupa Konseyi’nin Bakanlar Komitesi tarafından yayınlanan “nefret söylemi” konulu 97(20) sayılı Tavsiye Kararı’nda kavram şu şekilde tanımlanmıştır:
“’Nefret söylemi’ kavramı, ırkçı nefreti, yabancı düşmanlığını, Yahudi düşmanlığını veya azınlıklara, göçmenlere ve göçmen kökenli insanlara yönelik saldırgan ulusalcılık ve etnik merkezcilik, ayrımcılık ve düşmanlık şeklinde ifadesini bulan, dinsel hoşgörüsüzlük dâhil olmak üzere hoşgörüsüzlüğe dayalı başka nefret biçimlerini yayan, kışkırtan, teşvik eden veya meşrulaştıran her türlü ifade biçimini kapsayacak şekilde anlaşılacaktır”. Bu anlamda “nefret söylemi” muhakkak belirli bir kişiye veya gruba yönlendirilmiş yorumları kapsamaktadır (Weber, 2009: 3). Spor basını nefret söyleminin yeniden üretildiği en temel alanlardan birisidir. Ayrımcı, ırkçı, homofobik, transfobik unsurlar taşıyan söylemlere nefret söylemi denilir ve spor yapısı gereği bu söylemleri en fazla içinde barındıran yapıya sahiptir. Çünkü spor ağırlıkla rekabet, güç ve hırsa dayandığı için homososyal bir ortam yaratır. Bu homososyal ortam genellikle kadınlık, eşcinsellik, homoseksüellik gibi var oluş ve kimlikleri genellikle aşağılayarak meşruiyet yaratır.
Türkiye’de medya taraflı, önyargılı ve ayrımcı bir dil kullanmayı tercih ettiğinden haberlerde, özellikle de manşetler ve haber başlıklarında kullanılan provokatif, ırkçı, homofobik, transfobik, cinsiyetçi ve ayrımcı dil, toplumda düşmanlık ve ayrımcı duyguları tetikleyen, kalıp yargıları güçlendiren birer araca dönüşmektedir. Her ne kadar evrensel ve ulusal gazetecilik ilkeleri, hatta bazı medya kuruluşlarının kendi gruplarının yayınladığı basın etik ilkeleri bulunsa da birçok haber ürünü bu ilkeleri ihlal edebilmektedir. Böylesi bir dilin kullanılmasının da toplumda huzursuzluk yarattığını, savunmasız gruplara yönelik yaygın bir önyargının yerleşmesine yol açtığını söylemek mümkündür. Hedef alınan kişi ve gruplar tedirginleşmekte, sessizleşmekte ve demokrasinin olmazsa olmazı olan sosyal ve siyasal yaşama katılım haklarından feragat etmek zorunda bırakılmaktadır. Bu kışkırtıcı ve hedef gösterici dil kullanımının zaman zaman düşmanlaştırılan ve marjinalleştirilen grupların üyelerine ya da mekânlarına yönelik saldırılarla sonuçlanabildiğini yaşanan örneklerden yola çıkarak söylemek mümkündür.[7]
Nefret söylemi ile beraber sanal dünyada en çok tartışılan bir diğer kavram da siber zorbalık kavramıdır. Zorbalığın sanal ortamda gerçekleşmesi siber zorbalık olarak tanımlanmaktadır. Siber zorbalık eylemleri spor alanında oldukça sık karşımıza çıkmaktadır. Genç sporcuların siber zorbalığa dair farkındalık seviyelerini ölçmeyi amaçlayan bir çalışma, popüler spor dallarında faaliyet gösteren ve sosyal medyada göz önünde olan sporcuların maruz kaldıkları siber zorbalık eylemlerinin sonuçlarına odaklanmıştır. Bu çalışma gösteriyor ki sporcuların toplumsal olaylar hakkında paylaştıkları görüşleri, cinsiyetleri ya da cinsel tercihleri, ırkları ve performanslarına yönelik maruz kaldıkları siber zorbalık eylemlerinin boyutları, yaptıkları sporun önüne geçebilmektedir. Bu olaylarla mücadele açısından sporcuların yalnız kalmaları onların kariyerlerini de olumsuz yönde etkilemektedir (Yücetürk ve Ağın, 2022: 157). Kişinin başka birine uyguladığı tüm zorbalık türleri esasen aynı unsurlara sahiptir. Bu da daha güçlü bir insanın, zayıf veya aciz olarak belirlediği bir hedefe karşı tekrar tekrar gerçekleştirdiği zulüm içeren davranış ve hareketleri kapsamaktadır. Bir davranış veya hareketin zorbalık olarak kabul edilebilmesi için kasıtlı olması, tekrarlanması ve etkili olması
gerekir ve bu durumda zorba, kurbandan daha fazla güce sahip olan kişi olarak konumlanır. Ancak siber zorbalık, bu kriterlere her zaman sahip olmayabilir. Dijital mecralarda, zorbalık olarak kabul edilen davranış ve hareketleri, hususi olarak zorbalık için belirlenmiş kriterlere uydurmak mümkün olmayabilir. Dijital alanda zorbalık, okulda çocuklar arasında gerçekleşen zorbalıktan çok farklı işleyebilir. İnsanların dijital teknolojiyi kullanırken iletişimi nasıl algıladıkları ve anladıkları konusunda da önemli farklılıklar söz konusudur. Genellikle yalnızca kısa metin parçalarından oluşan dijital mesajlar, ses tonu, yüz ifadeleri, beden dili, duygu ve bağlamı ileten diğer ayrıntılar gibi, yüz yüze veya telefon görüşmelerinin tüm dokusundan yoksundur. Bunlarla birlikte kişilerin yüz yüze söylemeyecekleri şeyleri çevrim içi olarak söylemeleri çok daha kolaydır ve duygular da dijital ortamda kişiler tarafından farklı farklı deneyimlenebilmektedir. İnternette birçok siber zorbalık hareketi yazılı olarak gerçekleşir. Yüz yüze bir diyalog esnasında, her ifade konuşulur konuşulmaz yok olurken dijital mecrada kullanıcılar bu ifadeleri tekrar tekrar okuyabilmektedir. Bu tekrar, büyük bir duygusal etkiye yol açabilir ve bir kullanıcının çevrim içi olarak ifade edilen bir duyguyu ne kadar yoğun deneyimlediğini değiştirebilir (Englander, 2020, s. 57-69). Ebrar Karakurt’a yönelik spor basınında kullanılan ayrımcı, homofobik dil, LGBTİ bireylere yönelik nefret söylemini yeniden üreterek dolaşıma sokmaktadır. Bunun yanı sıra spor medyasında, özellikle popüler ve başarılı sporcular siber zorbalığa da maruz kalmaktadır. Galatasaray ve Milli takımın genç futbolcusu Taylan Antalyalı da Ebrar Karakurt gibi nefret söylemine ve siber zorbalığa maruz kalmıştır. Taylan Antalyalı, 28 Haziran 2021 günü paylaşmış olduğu Instagram hikâyesinde gökkuşağı renklerinde “Powered by Pride” (Gücünü onurdan alır) yazılı bir tişört giymesi sebebiyle siber zorbalığa maruz kalmıştır (BBC Türkçe, 2021)[8]. Antalyalı, karşı karşıya kaldığı aşağılayıcı ifadeler sebebi ile paylaştığı fotoğrafı hemen kaldırmak zorunda kalmıştır. Galatasaray Kulübü ise, bir süre sessiz kaldıktan sonra Antalyalı’ya sosyal medyada destek veren taraftarların baskısı sonucu açıklama yapmıştır. Yönetim Kurulu Sözcüsü Remzi Sanver, “Galatasaray Kulübü olarak tereddütsüz olarak yanında durduğumuzu, dilerse hukuki süreçler de dâhil olmak üzere her türlü desteği vermeye hazır olduğumuzu ifade ediyoruz.” Şeklinde açıklama yaparak Antalyalı’ya sahip çıkmıştır (Sözcü, 2021)[9]. Ayrıca “Taylan Antalyalı’nın sosyal medyada bu yönde verdiği mesajdan dolayı muhatap olduğu, demokratik eleştiri sınırlarının çok dışındaki ifadeleri en güçlü şekilde kınadıklarını” belirtmiştir (BBC Türkçe, 2021).
Siber zorbalığa maruz kalan bir diğer sporcu Japon güreşçi Hana Kimura’dır. 2020 yılının Mayıs ayında henüz 22 yaşındayken fiziksel özellikleri nedeniyle kendisi hakkında yapılan yorumlar sebebi ile intihar etmiştir. Netflix’te yayınlanan Terrace House dizisinin başrol oyuncularından birisi olan Kimura, dünya çapında bir popülerliğe ulaşmış ancak bu durum onun daha fazla siber zorbalığa maruz kalmasına neden olmuştur. Siber zorbalık sebebi ile intihar eden ilk sporcu olan Kimura’nın ölümüne dünya sosyal medya üzerinden dünya çapında yapılan pek çok yorum sebep olmuştur. Bu linç kampanyasına Türkiye’den de pek çok insan katılmıştır. Bu linçe katılan kişilerden birisi hakkında açılan dava sonucunda söz konusu kişiye 675 lira para cezası verilmesi de hukuki yaptırımların siber zorbalık söz konusunu olduğunda yetersiz kaldığını gözler önüne sermektedir. Kimura’nın başına gelen olayların benzeri Türkiye’de de yaşanmıştır. Olimpik seviyede başarılı bir milli jimnastikçi olan 20 yaşındaki Tutya Yılmaz, maruz kaldığı siber zorbalıklar nedeni ile sporu bıraktığını açıklamıştır. Kendisi 16 yaşında Türkiye’yi olimpiyatlarda temsil eden en genç sporcu olarak tarihe geçmiş olmasına rağmen kendisinin fiziksel görünüşü ile ilgili aşağılayıcı yorumlar, spor yaşantısını olumsuz yönde etkilemiştir. (Yücetürk ve Ağın, 2022: 164-167) Kadın ve LGBTİ yurttaşların medyada ve temsiline dair bu genel çerçeve ışığında spor basınında toplumsal cinsiyetin nasıl temsil edildiğini somut örneklerle incelemek için, çalışmanın bu bölümünde haber metinlerinden örnekler ele alınmıştır. Bu amaçla farklı ideolojik görüşü yansıttığı düşünülen Yeni Akit, Hürriyet ve Birgün gazetelerinin internet sayfalarında Ebrar Karakurt örnek alınarak, konuyla ilgili haberler incelenmiştir. Medyadaki temsillerin hegemonya, iktidar, dil ve söylem kavramlarından bağımsız olarak gerçekleşmeyeceği düşünüldüğünden söylem analizi ile medyanın ideolojik pratikleri ve toplumsal iktidarın kurulmasındaki rolü açıklanmaya çalışılmıştır.
[1] https://web.archive.org/web/20210816131117/https://www.cumhuriyet.com.tr/galeri/cuppeli-ahmet-milli-voleybolcu-ebrar-karakurtu-hedef-aldi-basimiza-ne-isler-acacak-1860959
[2] https://www.akdenizgercek.com.tr/ebrar-karakurt-yalniz-degildir
[3] https://haber.sol.org.tr/haber/gericilerin-hedefi-olan-ebrar-karakurta-buyuk-destek-311593
[4] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58229356
[5] https://web.archive.org/web/20210816173838/https://www.dw.com/tr/ebrar-karakurt-ve-homofobi-tart%C4%B1%C5%9Fmalar%C4%B1/a-58880686
[6] “Medyada LGBTİ’lere Yönelik Nefret Söylemi” (https://kaosgldernegi.org/images/library/2015medyadalgbt.pdf) Sayfasından 31 Ekim 2023 tarihinde erişilmiştir.
[7] “Medyada LGBTİ’lere Yönelik Nefret Söylemi (https://kaosgldernegi.org/images/library/2015medyadalgbt.pdf) Sayfasından 6 Kasım 2023 tarihinde erişilmiştir.
[8] BBC Türkçe, 2021. (https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57643093) Sayfasından 6 Kasım 2023 tarihinde erişilmiştir.
[9] Sözcü, 2021. (https://www.sozcu.com.tr/spor/futbol/galatasaraydan-taylan-antalyaliya-destek-gurur-duyuyoruz-6512670/) Sayfasından 6 Kasım 2023 tarihinde erişilmiştir.
KAYNAKÇA
HALL, S. (1994b). “Kültür, Medya ve İdeolojik Etki”, Medya, İktidar, İdeoloji (içinde). Küçük, M. (Der. ve Çev.). Ankara: Ark Yayınevi.
KIRCA-SCHROEDER, S. (2007). Popüler Feminizm, Türkiye ve Britanya’da Kadın Dergileri. İstanbul: Bağlam Yayınları.
YEĞENOĞLU, M. (1997a). “Emperyal Özne ve Feminist Söylem”, Toplum ve Bilim. Kış (75). s. 7-33.
CONNELL, R.W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar. Soydemir, C. (Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
WILLIAMSON, J. (1998). “Kadın Bir Adadır: Dişilik ve Sömürgecilik”, Eğlence İncelemeleri (içinde). Modleski, T. (Der.). İstanbul: Metis Yayınları.
VAN ZOONEN, LİESBET. (2002). “Medyaya Feminist Yaklaşımlar”, Medya, Kültür, Siyaset (içinde). İrvan, S. (Der.). 2. Baskı. Ankara: Alp Yayınevi.
ARSLAN, B. KOCA, C. (2006). “Kadın Sporcuların Yer Aldığı Günlük Gazete Haberlerinin Sunum Biçimine Dair Bir İnceleme”, Hacettepe Spor Bilimleri Dergisi, 17(1), s. 1-10.
YÜCETÜRK, C. BENSA, A. (2022). “Sporcuların Perspektifinden Sosyal Medyada Siber Zorbalık”, TRT Akademi, Cilt: 07, Sayı: 14, Ocak 2022, s. 154-180.
ÇELENK, S. (2005). Televizyon, Temsil, Kültür. Ankara: Ütopya Yayınevi.
HARDT, H. (1994). “Eleştirelin Geri Dönüşü ve Radikal Muhalefetin Meydan Okuyuşu: Eleştirel Teori, Kültürel Çalışmalar ve Amerikan Kitle İletişimi Araştırması”, Medya, İktidar, İdeoloji (içinde). Küçük, M. (Der. ve Çev.) Ankara: Ark Yayınevi.
HACKETT, R. A. (1999). “Bir Paradigmanın Önemini Yitirişi: Haber Medyası Çalışmalarında Yanlılık ve Nesnellik”, İnal, A. (Çev.). Ankara Üniversitesi Yıllık, 1997-1998. s. 31-66.
WEBER, A. (2009). Nefret Söylemi El Kitabı. Avrupa Konseyi Yayınları.
ENGLANDER, E. K. (2020). 25 “Myths About Bullying and Cyberbullying”, John Wiley & Sons. Journal of School Violence, 14, 1–10.
GRAMSCI, A. {1986). Selections from the Prison Notebooks. Çev. G. Hoare ve G. N. Smith. Landon: Lawrence and Wishart.
EAGLETON, T. (1996). İdeoloji. Özcan, M. (Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
VAN DİJK, TEUN A. (1994). “Söylemin Yapıları ve İktidarın Yapıları”, Medya, İktidar, İdeoloji (içinde). Küçük, M. (Der. ve Çev.). Ankara: Ark Yayınevi.
DOĞRU-ARSAN, E. (2004). “Medya, Güç, İdeoloji Ekseninde Merve Kavakçı Haberlerinin İki Farklı Sunumu”, Haber, Hakikat ve İktidar İlişkisi (içinde). Dursun, Ç. (Der.). Ankara: Elips Yayınları.
EZİLER-KIRAN, A. (2000), “Reklamlar ve Kadın”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 6/Yaz: 9-19.
ALTUN, ABDULDEZAK vd. (2007), “Aile İçi Şiddet Haberlerinin Üretim Süreci ve Medya Profesyonelleri”. İletişim Araştırmaları Dergisi, 5(2): 9-61.
RAKOW F. L., KRANİCH, K. (2002), “Televizyon Haberlerinde Gösterge Olarak Kadın”, içinde Medya, Kültür, Siyaset, 2. Baskı, Derleyen, Süleyman İrvan, Ankara: Alp Yayınevi, s.515-547.