Anasayfa Dünyadan Saklı Hikâyeler Kırılganlık ve Karanlık: “Emniyetsiz”

Kırılganlık ve Karanlık: “Emniyetsiz”

, admin

SİNA SALİM – İstanbul

Gülsün Karamustafa, eserlerinde Türkiye’nin sosyal, kültürel ve politik sorunlarını ele alan ve harmanlayan bir sanatçı. Onun “Emniyetsiz” isimli, “zulmün ne içi ne dışı olan karanlığından sonsuz bir kaçış” durumunu yansıttığı vurgusuyla sürekli olarak kırılan bir cama yer veren eseri, bu coğrafyanın acılarını yaralanabilirlik temelinde görmeye iterken, bizi de bu karanlığın bir parçası olduğumuz gerçeğiyle yüzleştiriyor.  Eserde kırılan camın bize hatırlattığı, yaralanabilir bireysel ve toplumsal bedenlerin acıları. Bunların görülmesi temelinde kırılgan bırakılmış, yaralanabilir kılınmış bu kimliklerin karanlıkta nasıl kaybolduğunu görüyoruz. Aydınlatılması gereken, acıyla ve yaralarla örülmüş bir zulüm karanlığının kırılganlık ve faillerle dolu geçmiş ürünü bir “karartma” olduğunu anladığımızda, bu karanlığın toplumsal bir hafıza olduğu gerçeğiyle ve bu hafızada dünyadan saklı bırakılmış acı ve yara dolu hikayelerle yüzleşiyoruz (İKSV, 2022).

Hatırlama, yüzleşme kelimelerinin üzerinde durmamın sebebi, aslında eserin kapsadığı ve bu karanlık zulmün temellerini oluşturan ve beslemeye devam eden toplumsal konulara bir yaklaşım biçimini ifade ediyor olmaları. Bunlar, eserin yansıttığı kırılganlığı ve resmedilen karanlığın içinde savunmasız, gizli, dünyadan saklı olarak kalan yaralanabilir bireysel ve toplumsal bedenleri hatırlatıyor bize. Bu bedenleri kendi belleğimizde uyandırılan yansımalar ve anılarla hatırlamak; eserin, insanları yüzleşmekle baş başa bırakma cesareti gösterdiğine işaret ediyor. “Yaralayan” faillerin ve “kırılan” mağdurların öznelliğinin toplumsal boyutta işleyişini, eserdeki, her yeri örten o kolektif karanlığın altındaki öznel kırılmalar üzerinden görüyorum. Bize hatırlatılan bu bilinen ama unutulanlar, insan ve toplum belleğinin çelişkili ve derin bağını irdelemeye yol açıyor. Bu çelişkili diye bahsettiğim bağ, birbirini aydınlatan, hatırlatan, hakikate çağıran bir dinamiğe sahip ve özgürleşmeye, özerkliğe cesaret edebilecek hafızalar olabileceği gibi; bunun tersine unutturan, üstünü örten, yeniden kuran ve bu yolla “karartan”, oluşturduğu karanlıkta görünmez yaralara yol açan bir biçimde de işleyebilir. Bu kabulle, bahsettiğim, eserin bize “hatırlatan” bir anlamı olması, bu karanlık hafıza ve kararttığı yaralanmalarla “yüzleşmeye” çağırıyor bizi. 

Türkiye’de “emniyetsiz” bırakılan bireysel ve toplumsal bedenler kimler ve bu bedenlerin üzerinde bırakılan yaralar, güvensizlik, savunmasızlık nasıl değerlendirilir? Kırılmaların savunmasız bırakılan özneleri ve karanlıkla örtülen failleriyle, ‘dünyadan saklanan bu hikâyelerle’, nasıl ‘yüzleşiriz’, nasıl ‘hatırlarız’ onları?” Dilimizde acıyı paylaşmak diye bahsettiğimiz ifade biçimini burada “acıyı görmek” olarak anlıyorum. Gülsün Karamustafa’nın eserindeki o sürekli kırılan ama görülmeyen acılar ve bıraktığı izler üzerinden yaralar, emniyetsizlik hissini hatırlatırken, izleyicileri bu deneyimi, deneyimi yaşayan özneleri, bedenleri “görmeye” çağırıyor. 

Bu acıyı yaşayan ve kırılan bedenleri görmek için önce varlıklarını duymak ve sonra o karanlığı dağıtmak gerekiyor. Karanlıksa yaraların hatırlanmasıyla, o yaraların kanaması ve bunun görünürlüğüyle dağılmasıyla yüzleşmeye neden olacak olmalı. Aslında eserin kendisi de tamamen bir hatırlatma ve yüzleştirme aracı olarak anlaşılabilir. Mağdurun, failin, bireyin ve toplumun hafızasının nasıl iç içe, derin işlediğinden bahsettikten sonra karanlık ve karanlıkta kaybolanların ayrı ayrı veya belli bir sırayla ele alınamayacağı fikrini uyandırıyor. Bu karanlıkta kaybolanlar, “emniyetsiz” kılınan bedenler ve bu karanlığın faillerini hatırlamanın, “dünyadan saklı hikâyeleri” hatırlayarak ve yüzleşerek yapılabileceğine inanıyorum. 

Türkiye’de emniyetsiz bırakılan bedenlerin karanlığı nedir, bu karanlık ve içinde kaybolma nasıl anlaşılabilir, bu karanlık bedenleri nasıl emniyetsiz ve kırılgan kılar? Bu soruların yanıtı,  acıları görüp hatırlamakta, sonra da bunlarla yüzleşmekte. Hakikati inşa edip, “dünyadan saklı hikâyelere” ışık tutmakta.

 Bu coğrafyada milliyeti, toplumsal cinsiyeti ve etnik kökeni en “uyumsuz” kimlikler, aynı zamanda emniyetsiz ve temsiliyeti en yetersiz gruplar. Bu uyumsuzluğun bedeli de kırılmak, dezavantajlı ve yaralanabilir “hale getirilmek”. Bu hale getiren karanlık, emniyetsiz ve kırılgan kılmanın faili olarak tek sesli, kör ve vicdansız tarih içinde ulus devlet yapılanması üzerinden tek kimlik esaslı devlet politikaları ve bunların yaratıcıları, uygulayıcıları, militarizm temelli devlet erki. “Kırılgan olanı savunmasız kılan bu karanlığa ışık tutan nedir, hangi temelde aydınlanabilir?” diye baktığımda, eserdeki kırılmaların bıraktığı izleri hatırlatmak istiyorum. Acıyla bırakılan bu yaraların özneleri tarafından hissedilen ve tanıkları tarafından görülen acısı, hakikatle yüzleşmeye ve karanlığı aydınlatmaya yol açıyor. 

Türkiye’de bu acıya maruz bırakılanların, kırılanların görünür hale gelmesi, hatırlanması için gerçekleşen mücadeleler denilince, gözaltında işkenceyle kaybedilen yakınlarını arayan kayıp anneleri ve yakınlarından oluşan Cumartesi Anneleri/İnsanlarının adalet ve yüzleşme talebi, tek kimlik esaslı resmi tarihe ve acı veren erke sessizliğin çığlığıyla bir başkaldırı, bu coğrafyadaki “emniyetsizliğe”, savunmasız kırılganlığa rağmen Türkiyeli kadın ve LGBTİ+ların yılmayan hak ve özgürlük mücadelesi, militarizmin karanlığına ve suçuna ortak olmaya karşı çıkan vicdani ret hareketi, tek kimlik esasına rağmen var olma ve hak mücadelesi veren Türkiyeli Kürtlerin, Ermenilerin çabaları akla geliyor. Bu karanlığın altında “emniyetsiz” kalan bedenlerdeki yaraları, acıları görmek, hakikat ve adalet arayışında bulunmak -aslında tam da bu karanlığın altında, eserde o camda çatlayan yaralanmaların izleri olduğu gibi- Türkiye’de bu izleri görünür kılmak bu karanlığı aydınlatacak.

 Eserde kısmen geride bıraktığımız pandemi bağlamındaki kapatılmadan da esinlenilmiş. Aslında bir açıdan deneyimleme fırsatını bulduğumuz bu kapatılma durumunun bambaşka halleriyle kültürel ve politik alan içinde değerlendirerek yüzleşiyoruz. “Farklı türlerde tecrit ve dışlanmaları” ele alan eserin hatırlattığı gibi, günümüzde de varoluş biçimleri ve vicdanların tecrit edildiği coğrafyamız ve dünyamızda “zulmün karanlığından, ne içi ne de dışı olan bir karanlıktan sonsuz bir kaçışı”, kaçışları hatırlıyoruz. 

 “Emniyetsiz” olmaktan, tecrit ve dışlanmadan, yaralanmadan, zulmün karanlığından ve günümüz Türkiyesinden hafıza, hakikat, adalet temelinde bahsederken ve eserde “sürekli kırılan” bir “camı, zulmün karanlığını” görürken, bu kırılmaları yaralarla, izlerle özdeşleştirirken Şebnem Korur Fincancı’nın şu sözleri akla geliyor: “Biz yüzleşmedikçe, onarmadıkça yaralarımızı, her yeni güne yeni ötekilerle yaralarımız büyür, yenileri açılır oldu.” İşte bu durumda “ne içi ne de dışı olan bir karanlıktan sonsuz bir kaçış” halindeyken bu zulmün karanlığını yaratan “kötülüğü tanımalı ve sahiplerini bir bir ortaya koymalıyız.” 

Fincancı’nın 2013 Hrant Dink Anmasından hatırlanan bu sözlerini, bu anmada kullanılan temel düşünceyle  bitirmek anlamlı olur bu “zulmün karanlığının” faillerine seslenerek:

Utanmak için geç değil.

*İKSV. (2022). İstanbul Bienali – Rehber. İstanbul: İstanbul Kültür Sanat Vakfı.

0 yorum
0

Yorum Yapın