Anasayfa Dünyadan Saklı Hikâyeler Görmezden geldiğimiz ortak insanlık deneyimleri: 17. İstanbul Bienali mekânlarında içe doğru bakmak

Görmezden geldiğimiz ortak insanlık deneyimleri: 17. İstanbul Bienali mekânlarında içe doğru bakmak

, admin

ELİF HACISALİHOĞLU – İstanbul

Yaşadığımız şehri bir büyük mekân, belki büyük bir ev olarak düşünseydik, sokaklarını evin koridorları, binalar ve parklarını da evin genişliğince yayılan odaları…

 İstanbul bir büyük ev. Odaları yıkılıyor, kimi zaman tanınmaz hâle geliyor. Yepyeni odalar kuruluyor ücra köşelerinde, eski odalar bambaşka insanlara, tarihin farklı dönemlerinde bambaşka biçimde ev sahipliği yapıyor. Koridorları insanlarla dolu odadan odaya geçmeye çalışan. Bazı zamanlar alabildiğine çok daha sıkışık, oradan oraya gitmek bir zulme dönüşebiliyor. En çabuk, en kısa nasıl geçebilirim? Amaç artık yolu görmek değil, sadece gidilecek yere varmak. Zamanımız hep çok az. Durmuyoruz, duramıyoruz. Zorunlu durdurulma hâlleri dışında -ki ona maruz kalmamak da bu koşturmacanın, trafiğin bir parçası- durmak katlanılmaz bir hâl. Gereksiz, sıkıcı, yetişmesi gereken işlere engel.

Başka türlü bir yaşama hâli nasıl olurdu? Yaşamı başka türlü, durarak, daha yavaş, etrafı seyrederek, ışık oyunlarını görerek, sesleri dinleyerek, hareketleri izleyerek… Ne ile karşılaşırdık? Gündelik hayatın tüm bu koşturmacası, yapılması gerekenlerinin yanında akıntıda savrulmaya bir ara versek nasıl olurdu? 17. İstanbul Bienali sanatçıların mekân kullanımları vasıtasıyla, gündelik hayatın orta yerinde bambaşka kapılar aralıyor. Ziyaretçiler, sanatçıların yalnızca mekâna yerleştirilmiş işlerini görmekle kalmıyor, şehrin orta yerinde başka dünyalara ve -izin verdikleri ölçüde- kendilerine de açılan deneyimlerin gerçekleştiricisi oluyorlar. Farklı tarihsellik ve bağlamda bienal kapsamında sanatsal üretimle yeniden kurgulanan mekânlar, bu sefer bir başka dokunuşla ziyaretçiler için hem gündelik hayata hem mekâna hem de kendilerine yeniden temas alanları hâline geliyor; unutulan, kaçılan, örtük yanlarını yeniden açığa çıkarmaya zemin hazırlıyor.

Bu bienalde “birlikte olabilmek”, “bilgiyi ve sanatı paylaşmanın biçimleri”, “insanların izleyiciden ziyade katılımcı olması” gibi başlıkların, bienalin kurgulanması aşamasında belirleyici olduğu vurgulanıyor. Bienal’deki iki mekân, otomatikleşmiş yaşama hâlinin cansızlaştırıcılığına karşın, farklı bir bilme, hatırlama ve kendiyle karşılaşma hâlini -üstelik herkesin içinde- deneyime dönüştürürken öne çıkıyor: The Çinili Hamam ve Yaklaşım Tüneli Taksim. Herkesin içinde, diğer ziyaretçilerle de bir aradayken, gündelik hayatın orta yerinde başka türlü bir yaşama hâli ve kendine bakmaya dair güvenli bir deneyim alanı açıyor. Her iki mekân, gündelik hayatın ortasında deneyimleyenlerine açtığı bilme/hatırlama imkânıyla insanın korkuları, oyun ve hayâl kurma potansiyeline apaçık çağrıda bulunuyor. Zaten sanat da bir yanıyla gündelik hayatta olmayanın oldurulduğu, duyulmayanın dile getirildiğine bir alan açma değil mi? Böylelikle bir bütünleşme ve yeniden canlanma süreci de değil mi aynı zamanda? Sanatçıya ve elbette onun vasıtasıyla davete icabet edene… 

Başka türlüsü nasıl olabilirdi ki bu heyulanın içerisinde? 

Olabilir miydi?

Gün ortasında suyun ezgisi ile hayâle yatmak: The Çinili Hamam

Bienal’in bu sene heyecanlandıran yanlarından birisi de İstanbul’un binbir odalı hâlinden, görülmeyen odalarını bugünün içinden, yeniden kurgulanmış hâlleri ile görebilmekti. Farklı sergi mekânları arası geçiş, şehrin koridorlarını da görmek demekti aynı zamanda. The Çinili Hamam’ı görmeden önce Koca Mustafa Paşa Hamamı’na gidenler misal, kısa bir yürüyüşle Fatih-Zeyrek’te eski İstanbul’un izlerini hâlâ taşıyan sokaklarında yürüyeceklerdi. Evlerinin görünümleri eski bir zamandan sarkmış, bugünün sesleri ile birleştirilmiş, hâlâ top oynayan çocukların bağrışlarının duyulduğu sokaklar.

The Çinili Hamam’ın tarihi 16. yüzyıla dayanıyor. 1540-1546 yılları arasında Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa tarafından Mimar Sinan’a ısmarlanıyor. Osmanlı hamam mimarisinin en özel örnekleri arasında yer alıyor. Bugün çinilerinin çoğu tahrip edilmiş durumda. Ancak tahrip edilmiş bir yapıdan ziyade, bu bienalde eski işlevinin yeniden canlandırılması ile kucaklayıcı bir mekâna dönüşüyor. Bir başka yüzyılda musluklarından akan su ile insanları buluştururken, bugün su ile yeniden, bir başka biçimde insanları bir araya getiriyor. “Deniz için KONÇERTİNO”, bir su bitkisinin notaya dökülmüş kayıtlarından besleniyor ve ziyaret boyunca hamamın duvarlarından âdeta ziyaretçilerin üzerlerine dökülüyor, onları sarmalıyor. Bu sefer musluklar sessiz. Başka türlü bir suyun sesini dinliyoruz, Sanatçı Renato Leotta, suyu mekânın içerisinde akan, duvarlarında dolaşan bir ezgiye dönüştürmüş, bir başka coğrafyadan, Akdeniz’e özgü endemik bir su bitkisinden ilhamla taşınmış. 

Hamamın kadınlar kısmına girdiğimde, ortasında yer alan göbek taşına uzanmış bir kadın iki çocukla karşılaştım. Hep birlikte gözleri parlayarak tavana bakıyorlar, arada çocuklar bir şeyler söylüyordu. Hamamın tavanında gökyüzüne yıldız biçiminde açılan oyuklardan içeri yol bulan ışık hüzmeleri görülüyordu. O sırada suyun ezgisi de hamamın duvarlarında dolaşmaya devam ederken, gözleri parıltılı, yüzlerinde tebessümle bu üç ziyaretçinin yalnızca tavana baktıkları söylenebilir mi?

Konçertino çalmaya devam ediyor. Göbek taşının beyazlaşmış mermer soğukluğuna uzananların sayısı artıyor. Yıldızların tavanda açtığı boşluklar, belli ki ziyaretçilere gökyüzünün maviliğine bakma aralığı vermiş. Zaman bir süreliğine yavaşlıyor.

Notalar birer kuş sesi gibi, yer yer bir çocuğun gazoz şişesinin ağız kısmına üfleme sesleri… Hamamın içinde ezgi sekerek dolaşırken, hamamı da dinleyen için bir oyun alanına dönüştürüyor. Güvenli bir oyun alanı. Yer yer sakin, biraz davetkâr bir hikâye yazılmış. Ama kesinlikle sonlanmamış bir hikâye bu. Dinleyen kim ise, onun içinde sürüyor dâhil oldukça. Ve durdukça ve baktıkça ve dinledikçe gelen dinginlik… Göbektaşına her oturan, bakışlarını tavana her teslim eden davetlinin de kendi biricik hikâyesini oracıkta yazabilmesine alan açıyor. Çünkü duyduğumuz da, gördüğümüz de aynı ses, aynı ışık oyunu gibi yankılanmıyor bizde, kendimizi dinlediğimizde. Bir aradayken yazılan, birçok farklı hikâye…

Bebeklerin başuçlarına asılan oyuncakları bilirsiniz. Sıklıkla yıldız, aydede gibi cisimler asılıdır uçlarında. İnsanın bir başka yaşında, belki çoktan unuttuğu hâl ve hislerini  (belki oyuncaklarını da) hatırlatıyor bu hâliyle The Çinili Hamam. Tarihin bambaşka zamanlarında, bambaşka sanatçıların dokunuşlarıyla, gündelik hayatın orta yerinde deneyimleyenleri akıntıda bir hayattan, başka türlü bir yaşam(a) deneyimine taşıyor.

Korkularımıza yürümek: Yaklaşım Tüneli Taksim

Cızırtılı, frekansı bozulmuş, aksak, kopuk, keskin, kesintili, gümbürdeyen, çarpışan, büyük gürültüler hâlinde yankılanan sesler. Bu sefer pekçok kaynaktan toplanan ‘yıkıcı’ seslerin içine giriyoruz. Bu defa sarmalayan, etrafınızda dolaşan seslerle karşılaşmıyorsunuz, sesler ardı sıra üzerinize yığılıyor. Kimi zaman bir ses koridoru içerisinde yer alıyorsunuz. Yer yer tepenizde darbe etkisiyle yankılanıyor. 

Kiklop, sese ve görsele dayanan sanatçı Carlos Casas’ın işi. Taksim metro durağına bağlanan, ancak sergi mekânı olarak kullanılan Yaklaşım Tüneli Taksim’de mekâna özgü bir yerleştirme olarak yer alıyor. Mekân, kendi isteğinizle ve öncesindeki uyarıyı da göze alarak girdiğiniz bir tür ‘korku tüneli’ denilebilir. Kapısını kendi isteğinizle açıp karanlığına giriş yaptığınız bir tünel burası. Yalnızca tavandan loş aydınlatma ile ışıklandırılmış. Loş ışık mavi ile başlayıp, tünelde ilerledikçe kırmızıya dönüyor. Tünelin bir “yankılama odası olarak kullanıldığı” ve “geçmişin yankılarının derinden gelen hatırlamayla su yüzüne” çıkarıldığı bir eser olarak ifade ediliyor. Farklı zamanlarda bu mekân ve yerleştirmeyi deneyimlerken, yankılama ve çağrının nasıl değişebileceğine dair de iyi bir turnusol oluyor Kiklop.

Yaklaşım Tüneli’ne ilk gidişim heyecanlı bir deneyim. İçeriye doğru yürürken de korkudan çok daha baskın gelen merak hakim. Tünelin devamına doğru ilerledikçe yükselen seslerin içine doğru giriyorum. Loş ışık artık kırmızıya dönüyor. Arada çığlık ve bağırma duyuyorum. Yerleştirmeye mi ait? Arkamdakilere mi? Başka bir bağırış karşılık veriyor. Gülümsetiyor beni bu karşılıklı diyalog. Korkulu alanı oyun yerine çevirme dürtüsü tebessüm ettiriyor. Karanlık iyice derinleştikçe duvarları göremez oluyorsunuz. Ancak başkalarının tuttuğu telefon ışıklarından, duvarlara yapılan çizimler görünür oluyor. Ya da karanlığa alışan gözlerinizle yeterince uzun ve dikkatlice baktıkça görülebilir. Yine de tam anlamıyla o ışıksızlıkta görebilmek mümkün değil. O noktada karanlığa da o kadar alışmışız ki ışığı rahatsız edici olur diye tutmaktan kaçındığımı fark ediyorum. Ve bir başkasının tuttuğu ışık gösteriyor karanlığın içinde ne olduğunu. Işığı tutuveriyor karanlığımda bakıp göremediğim yere. Böceklerle göz göze geliyorum. 

Tünelin sonunda, “Sonsuz gibi görünen karanlığınızın sonuna hoş geldiniz, biraz da oturup buradan bakmak istemez misiniz?” davetiyle bir bank yerleştirilmiş. Ziyaretçilerden birkaçı burada seslerin ve karanlığın içinde oturuyor, karanlığa bakıyor; diğer tarafta tünelin içinde karanlığı kendilerine fon yapıp fotoğraf çektirenler, art arda patlayan flaşları ve ışığı kendilerine tutanlar. 

Bu yazıyı yazmadan önce yeniden deneyimlemek için tünele tekrar gidiyorum. Ancak hemen öncesinde Taksim’de İstiklal Caddesi’nde bir bomba patlamış. Ölenler, yaralananlar var. Geçmişin yankıları, sarsıcı bir gerçekle yeniden günyüzüne  çıkmışken, bu sefer mekânın deneyimi de dönüşüyor. Korku artık heyecana baskın geliyor. Tünelin o büyük kırmızı kapısının demir kolunu aşağıya doğru indirirken belirsizlik ve korku daha çok hissediliyor. 

Tünel bu sefer daha boş. Tanıdık bir karanlıkta yürüyüp, sonundaki banka oturuyorum. Dev bir radyo yayınının bozuk frekansına, patlamış devasa bir borudan tazyikle fışkıran su sesine, koca bir hafriyat kamyonunun kasasından boşaltılan kaya parçalarının art arda yuvarlanırken çıkarttığı gürültüye, uzunca yankılanan bir siren sesine maruz bırakıyorum kendimi. Koca bir inşaat evreni burası. Bir şeylerin ‘yapıldığı’ değil, sürekli ‘yıkıldığı’ bir yer; peş peşe yıkım sesleri, kıran, parçalayan seslerin toplamı ve şiddeti duyuluyor. Bir savaş ya da ekolojik yıkım gerçekleşmiş gibi, uzayıp giden siren sesi. Bozuk bir radyo frekansı katlanarak şiddetleniyor ve çıkarttığı sesin şiddetli titreşimleri üst bedeninizin ta içinde, yayılan kablolar gibi hissediliyor. Bozulmuş, yıkılmış her ne ise orada durmaya devam ettikçe içinizde sarsılarak hissediliyor.

“Siz canlı mısınız?”

“Bütün gün burada mısınız?”

“Gerçek misiniz? Gerçekse söyleyin ona göre yaklaşacağım!”

“Gösterinin bir parçası mısınız?”

“Orada, yanında tüylü bir şey de var galiba!”

Korkanlar, on-on beş adımdan ileri yaklaşamayanlar. Çığlık atıp, koşarak uzaklaşanlar. Dışarıda bekleyen bir çift yeniden girmek ve sonuna kadar gitmek istiyor. Korkuyla arada kalmışlar. “Bizim için gösterinin bir parçası oldunuz” diyor birisi. “Bomba olur da patlarsa” diye korktuğundan bahsediyor diğeri de. Sesler aniden yükseldiğinde korkup koşarak tünelden kaçanlardan onlar da. “Bazıları mavi ışıktan öteye geçemedi” diye anlatıyor. 

Yeterince içinde oturunca, karanlığa da, vücudumuzu sarsan şiddete de, açığa çıkan korkuya da alışabiliyor, onunla oturabiliyoruz. Ve hatta bu sefer de bir başkasının derindeki korkularının yansıması olabileceğimizi görebiliyoruz. Yalnızca dinlemeye, deneyimleye gelmeme rağmen, belki sanatçının da öngörmediği biçimde, sadece oturarak başkalarının korkularına yansıma, özne oluyorum.

0 yorum
0

Yorum Yapın